21 Aralık 2008 Pazar

Engel tanımamak

Selim Altınok & Kerim Altınok. Altınok ailesinin tabir-i caizse "muhteşem" ikizleri. Neden mi? Ben de anlatacağım ama, kendi websitelerinden de öğrenebilirsiniz. Zaten haklarında anlatılabilecekler o kadar çok ki, benim yazacaklarım yetmez; kendiniz gezin siteyi.
Evet, Selim & Kerim kardeşler muhteşem dedim. Çünkü hayata onlar kadar sıkı sıkıya tutunabilecek, çalışmaya onlar kadar aşık olabilecek, insanlarla birşeyler paylaşmak, onlara yardım etmek için böylesine yanıp tutuşacak, böylesine dolu bir yaşam sürebilecek insanlar gerçekten çok az. Bir insanın istedikten sonra herşeyi yapabileceğini, "engel" kavramını tanımayacağını en iyi örnekleyenlerdenler bence.Haftasonu katıldığım bir konferansta dinledim Selim & Kerim Altınok kardeşleri, bizlerle hayat hikayelerini paylaştılar. Zaten onların yaşadıkları bir insanın gözünün açılması için başlı başına bir hikaye. Küçük yaşta görme yeteneklerini hızla yitirmeye başlayan Altınok kardeşler, liseyi bitirdiklerinde artık gözlerini kullanamaz olmuşlar. Ancak bu onlar için bir bitiş değil, belki de tam tersine başlangıç diyebileceğimiz bir dönüm noktası olmuş. İstanbul Üniv. Hukuk fakültesini kazanan kardeşler, okul 1.si ve 2.si olarak mezun olmuşlar. Ardından doktoraya başladıkları gibi, 4 yıllık doktora sürecini de başarıyla tamamlamışlar. Şu an Av. Dr. ünvanına sahip Altınok kardeşler, ayrıca müzikle de yakından ilgileniyorlar. Çok sesli bir koroda görev alarak, çeşitli yerlerde yeteneklerini sergiliyor ve söyleşilere katılıyorlar. Sadece müzik değil onların hobileri; satrançta da ülke çapında önemli dereceleri var.
Peki bu noktaya nasıl gelebilmişler? Takdir edersiniz ki hiç ama hiç kolay değil. biraz karşılaştırma yaparak anlatmak istiyorum. Çoğu öğrenci derslerin zorluğundan yakınır, not tutmaya üşenir ve arkadaşlarından fotokopi çektirir, sınavlar son akşam çalışır, bazen derse gitmez sırf canı istemiyor diye. Kendi adıma konuşacak olursam, notumu kendim tutarım, derslere mümkün olduğunca giderim; ama ben de zorluktan yakınırım, ödevlerden şikayet ederim bazen, sınavlara son akşam son birkaç saat çalışırım malesef (şimdi bunu tartışmayacağım :D). Peki Selim ve Kerim Beyler ne yapmış?
Bir düşünün: Kitaplardan yararlanamıyorsunuz, hocanın yazdıklarını göremiyorsunuz. Sadece sesli ve görme engelliler için yazılmış kaynaklardan yararlanabilir ve bir de hocanızı dinleyebilirsiniz derste. Onlar da bu yüzden, her derse gitmiş, hocanın anlattıklarını kendi daktilolarında yazmış (parmakları nasır tutana dek), her akşam eve dönünce alelacele yemek yiyip hemen notları temize çekmeye koyulmuşlar. Bu da yetmemiş, haftasonları o yazdıklarını okuyup kasede kaydetmişler. Tam 4 yılları geçmiş böyle. Sonra doktora başlamış. Bu defa ders anlatan hoca yok, tez nasıl yazılacak? İşte orada da bir arkadaşları yardım etmiş, onlar için kitapları okumuş, onlar da hem yazmışlar hem de kasede kaydetmişler okunanları. Tabi anne-babalarının da bu zorlu maratonda önemini unutmayayım;onlar da ellerinden geldiğince destek olmuş oğullarına. 4 yıllık doktora maratonu da böyle geçmiş işte.
Kendi websitelerini incelediğiniz zaman, hayatı ne kadar dolu dolu yaşadıklarını, insanlara yardım etmede ne kadar özverili davrandıklarını kolaylıkla görebilirsiniz. O gün konuşmaları bitip de salondan çıktığımda, adeta şapşal şapşal bakıyordum etrafıma, şaşkınlık içerisindeydim. Elimdekilerin değerini bilmeyip, zamanımı iyi kullanmayıp, durmadan şikayetler savurup, kimseye özel bir yardımım dokunmadığı için resmen bencil bir hayat sürdüğümü düşündüm. Belki abarttım şimdi; ama sonuçta kapasitemi etkili bir biçimde kullanmadığımı, yapabileceğim çok daha fazla şeyin olduğunu farkettim. Onun için, Selim & Kerim Altınok'a teşekkür ediyorum, beni biraz olsun düşünmeye ittikleri için.

9 Aralık 2008 Salı

Ay yüzlü miks kız :D

Geçmiş doğumgünü çocuğuna ithafen...

5 Aralık 1987. Tarihe böyle bakınca pek de sıradışı gelmiyor kulağa; nitekim her gün 350.000'den fazla bebek dünyaya geliyor. O tarihte de dünyanın en miks yeri olan Çorum'da bir bebe doğmuş. Dünyanın en süper, en güzel, en zengin, en görkemli, adeta hayatın merkezi olan bu çok miks şehirde doğan bebeğin de özel bir insan olmasını bekleriz haliyle. Anlaşılan öyle de olmuş. Göreceğiz birazdan.
Kızımızın ailesi "Ay bu çok miks bebeğimize ne isim koysak ki" sorusuna yanıt bulmaya çalışmış, güzel bir isimde de karar kılmış. Bööyle ay yüzlü, ay gibi parlak çehreli olsun kızımız demişler. Tabi bu isim için "Ay'a ait" diye tanım yapanlar da var, buradan kızımızın Ay vatandaşı, yani bir çeşit uzaylı olduğunu mu düşünmemiz gerekir? Tartışmaya sunacağım ismi gördüğünüz zaman.

Tarih 5 aralık dedik. Yay burcuna denk geliyor. Aslında kalıplara bağlı kalarak değerlendirmeyeceğim sevgili kızımızı, ne de olsa kalıpların dışında biri; mix bir yerden geliyor başta :D Yine de, biraz ekşisözlük yardımı aldığımı inkar etmeyeyim.

Doğrucu davut! Yok bu abartı oldu. Vatandaş rıza (bilmeyenler için bkz.), yo
k bu da fazla kaçtı. Şöyle anlatalım: Ekstra dürüst, hak yemez, en azından yememek için gayret eder, hayatında adam gibi bi kere bile kopya çekememiş, çektiklerinde ya da çekmeyip çektirdiklerinde de balına bela almış ;), yalan söylemekten bir haber, saftirik mi saftirik :D Tamam saftirik şakaydı, saf kalpli olacak doğrusu. Bu kadar mı iyi niyetli olunur ya, olunmamalı bence. Tam bir abla, tam bir arkadaş, yaslanılası, destek alınası insan.

Sorumluluk sahibi, hafif gazlı, ineğimsi. İnek değilse de elindeki işi bitirene kadar bırakmaz, en iyi şekilde yapmaya çalışır. İş ödev okul demişken, zeki de bu kız ya. Adam gibi çalışmadan iki sınavda öküzümsü notlar alabilen, "ay çok kötü gelecek" dediği sınavlarda bile hepimizi sollayan bir insan modeli. Bir cins işte, lisede de böyleymiş ama ÖSS zamanı nasıl olmuş da o yarış havasına kaptırmamış kendini anlamadım :p

Atın kızımızı sokağa, gezsin de gezsin. Odasında durmasın, çılgınlık yapsın. Gecenin bir yarısı midye yeme derdine düşsün, şovalye montunu giysin, masaörtüsü sarınsın :), patlıcan gibi mosmor olsun, vs. vs. Zevki için yaşasın yani, napçak ki masa başında kod yazarak??? Tabi arkadaşlarını unutmaz bu arada, her akşam arar, saatlerce dedikodu yapar :p, tavsiye alır ama uygulamaz, ... Gururlu bir de, öyle her denileni yapmaz; bir mesafe koyar, sınırlar belirler. Bazen bunun yüzünden kaçırır fırsatları, içinde kalır istedikleri ama bozuntuya vermez (Sanki biz anlamıyoz :D). Morali bozukken amanın yaklaşmayın sakın, suratı muşmula gibi bir cinstir, korkutur. Neşeliyse obaaa, tam adresindesiniz. Artık geyik zamanı; yalnız biraz sıkıştırabilir sizi. Kendi çılgınlıklarına sizi de ortak etmek ister, rezil olmak umrunda değildir çünkü. Ama siz o kadar rahat değilseniz yandınız. Israrlarına dayanamayıp, yılbaşı süslerini boynunuzda sarılı bir şekilde fotoğraf çektirirken bulabilirsiniz kendinizi :) Merak etmeyin, o da o arada kraliçe tacı başında, sihirli değneği elinde geziniyordur şebek şebek.
Onu düşündünüz mü aklınıza ilk gelen şey ise sıcakkanlılığıdır. Onunla aynı ortamda birkaç kez bulunup da kanka olmayan insan azdır, onlar da ekstra anormal, uyuz, gıcık insanlardır. Hepsiyle kardeş gibi olur, güler eğlenir, herkesin sevgisini kazanır. Nitekim ben de ilk zamanlar ona karşı nötrdüm, herhangi biriydi benim için. Şimdi bakıyorum, kader yoldaşım olma potansiyeline sahip biricik arkadaşım olmuş :p
Bu kadar övdüğüme bakmayın, her insanın kötü özellikleri vardır. Sinirlenmesi kötü işte, tepesi attı mı fenadır, sakin duramaz. Hoş, hiçbir zaman sakin değildir, hiperaktifimsi bir enerjisi vardır kendisinin. Bir de gevşedi mi hafif tehlikeli olabilir. Dünyayı umursamaz moda geçtiği an, sizi de kendi gibi sanar, ne var ne yok anlatabilir :D Anlatmasa da, kendi içinde yaşar, ağlar zırlar vs. Onun dışında gayet güçlüdür aslında, evet evet bayağı hem de.

Hiçbir insan sözcüklerle anlatılamaz, herkes kendi içinde cevherler taşır. Bu cevherler de birşeyler paylaşmadan görülmez, görülemez. Benim de bu yazdıklarım çok birşey ifade etmez onu tanımayanlara, tanıyanlara da yetersiz gelecektir. Olduğu kadar artık, yazar değilim sonuçta :p Bu yazıya son verebilecek tek birşey var: 5 Kasım 1987'nin üstünden 21 yıl geçmiş, ben de bu 21 yılın son üçünde rol alabildiğim için çok mutluyum. Geç de olsa:

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN AYLÜN!
p.s Reginism forever =)

Uzak mesafe

~KURBAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN!~
Sevdiklerinizle nice mutlu bayramlar geçirmeniz dileğiyle...

Bayağı uzun zamandır yazamadım. Blog yazılarını aksatmamak lazım ama projeler + ödevler sağolsun, bayram tatilinde evde yatmamıza bile izin vermiyor.
Birkaç gündür bir e-posta saklıyorum, buraya yazabilmek için. Bana da bir gruptan geldi, altındaki yorumlarıyla buraya alacağım.11 yaşındaki Afganlı Gulam Hader 40 yaşındaki eşiyle yanyana. Kendisini nasıl hissettiğini soran gazeteciye "Bu adamı tanımıyorum. Kendimi nasıl hissedebilirim ki?" cevabını veriyor. Bu fotoğraf 2007 yılında Unicef tarafından yılın fotoğrafı seçilmiş.

Roshan Kasem 8 yaşında... Yanında oturan 55 yaşındaki adamla nişanlandığını bilmiyor. Nişanlanmanın ne olduğunu bilecek yaşta değil ama çetin bir gelecek onu bekliyor.

Majabin 13 yaşında. Babası kumar borcunu onu 45 yaşındaki bu adama kuma vererek kapatmış.

Ailesine kaçmak isteyen karısını öldüresiye döven bu adamı haklı bulanların sayısı çok. Bir yaşında nişanlandırılan ve 10 yaşında evlendirilen bu kadını ise kimse anlamak istemiyor.

Çocuk yaşta evlendirme geleneği Hıristiyanlar arasında da yaygın. 11 yaşındaki Destaye Amare Ortadoks kilisesinin rahibiyle evleniyor. Etiyopya'da Ortodoks rahipler çocuk yaşta kızlarla evlenmek zorundalar.
(canimgrubum'dan alıntıdır)

İnanası gelmiyor insanın (Belki biraz abartılmıştır, bilmiyorum). Dilerim bir gün herkes hak ettiği değeri görür hayatta. Yazının sonuna, her bayram telefonumuza gelen mesajlardan birini eklemek istiyorum. Çoğunuz almışsınızdır bundan bir tane, sıradan görünümünün altında aslında doğru şeyler hatırlatıyor.

Unuttuklarını anımsa,
kaybettiysen ara,
özlediysen git bul,
kırdıysan af dile,
kırıldıysan affet,
çünkü bugün bayram.
Bayramınız kutlu olsun...

16 Kasım 2008 Pazar

Le Amo, "Blogging"

Dün bir soru sordum kendime. Neden blog yazıyorum? Haziranda açtım bu köşeyi; şimdi kasımdayız. Bu zamana kadar az çok yazdım birşeyler. Peki ne anlattım? Ben de bilmiyorum, aklıma ne gelirse :D Neden yazdım? Aslında biraz meraktan başladı benimki de tahmin edeceğiniz üzere. Arkadaşlarımın blogları vardı, birden moda oldu. Açıkçası çok da cazip görünüyordu; özentiliğim de tutunca da açtım işte bu blogu. Biraz yazıp hevesimi alınca bırakacağımı düşünüyordum ben de başlarda. Her ne kadar ilk zamanlardaki gibi sık yazmasam da, devam ettirmeye çalışıyorum yazılarımı. Staj, okul derken de olsun o kadar azalma yani, gerçi yazı içerikleri de okul yoğunlaştıkça fenalık getirici bir moda geçti ama hayat işte, naparsın :p Yine de sevdim yazmayı. Rahatlatıyor, anlatmak istediklerini üstü kapalı da olsa anlatabiliyorsun, durum müsaitse açıktan da anlatabiliyorsun, deneyimlerini paylaşabiliyorsun, birilerine mesaj yollamak istiyorsan o görevi bile görüyor ya, o derece =) Mesela Saygın'ın Finlandiya maceralarını anlatması çok güzel birşey. Orada gördüklerini bizlerle paylaşıyor, onun blogu üzerinden biz de dışarda neler olup bitiyor biraz olsun görebiliyoruz. Teşekkürler Saygın :) Yine de blog yazınca iyi hissediyorum kendimi, bazen kendi problemlerimi anlatıyor da olsam, üretici olduğumu düşünmüyor değilim yazınca. Vatana millete dünyaya birşeyler katmışım gibi geliyor. Belki birileri de benim gibi düşünüp de yazdıklarımı okuyunca mutlu oluyordur, "Aaaa benim gibi birisi daha varmış" şeklinde. Ya da sağdan soldan alıntılar yapıp birkaç yorum kattığımda az ya da çok farklı hissediyorum kendimi, komik birşeyler yazdığımda -okunsun ya da okunmasın- insanları eğlendiriyorum diye düşünüyorum. Sanırım dünyanın merkezinin benim bulunduğum yer olduğuna fazlaca odaklanmışım :p
Bunları yazdım yazdım da, kim okudu şimdiye kadar? Sayayım: Ayşe, Saygın, Onur, Yiğit, Ece, Naz, Aylin, Mehmet, Kubilay, Abdurrahim, ..., yani okul arkadaşlarım; babam, annem, Şükrü Amca, abim, yani ailemden birkaç kişi, internette araştırma yaparken tesadüfen blogumu gören birkaç insan daha. Bir blog için çok da fena bir rakam değil aslında; ama ne kadar beğenildiği de önemli tabi. Umarım birilerine az ya da çok hitap ediyordur yazdıklarım (Bu yazıyı okuyunca "Aaa Elif biz senin blogunu çok seviyoruuuz" gibi yorumlar istemiyorum hiçbirinizden :D). Ne olursa olsun, bir okuyucum daha olduğunu öğrendiğim her gün mutlu oluyorum. Mesela dün msnime blogumun adresini yazınca bir arkadaşım görmüş ve açmış blogumu. Muhabbet ederken blogumu açtığını, bir sürü yazı görünce korkup kapadığını ama hepsini okuyacağını söyleyen arkadaşımın, -okumayacağını bildiğim halde :p- yazılarımı açıp birşeyler okuduğunu bilmek acayip sevindirdi beni. En azından ulaşabildiğim, birşeyler paylaşabildiğim insanların sayısı arttı.
Beni bu ilginç yazıyı yazmaya iten kişiye teşekkür ederim. En başta da dediğim gibi, "Neden blog yazıyorum?" sorusunu kendime sormamı sağladı ve kendi kendime mutlu oldum oturduğum yerde :D Ayrıca, geçenlerde blogspotu kapayarak bizi çileden çıkaran zihniyeti de bir kere daha kınıyorum; aklıma geldikçe de kınamaya devam edeceğim.

5. Kişisel Gelişim Seminer Dizisi


Kişisel Gelişim Seminer Dizisi, Bilkent Üniversitesi Mühendislik Topluluğu'nun bu yıl beşincisini düzenlediği,katılımcıların kendilerini sosyal ve mesleki açıdan geliştirmelerine yardımcı olmayı amaçlayan bir organizasyondur. Farklı konularda verilecek seminerlerimize kendi dallarında önemli başarılara imza atmış konuşmacılar gelecektir.
Seminer programı:

17 Kasim Pazartesi 12.40-13.30 Omer Tezcan - "Baslamaya Hazir miyiz?" -
Borusan Eski CEO'su

19 Kasim Carsamba 12.40-13.30 Duygu Galiba - Is ararken fark yaratmak -
yenibiris.com - Proje Gelistirme Uzmani


19 Kasim Carsamba 17.40-18.30 Chris Hearn - How to write a CV - BilWrite

20 Kasim Persembe 12.40-13.30 Melih Arat - Parasal Zeka - Siradisi Ogrenme
Hizmetleri Danismanlik - Kisisel Gelisim Uzmani

20 Kasim Persembe 17.40-18.30 Asuman Ugur - Zaman Yonetimi - Milli

Produktivite Merkezi - Kisisel Gelisim Uzmani

21 Kasım Cuma 12.40-13.30 Meltem Bilikmen -Amerika'da Eğitim - Fulbright
Turkiye Komisyonu - Akademik Danisman


24 Kasim Pazartesi 12.40-13.30 Nilufer Ariak - Girisimcilik - Akdan

Danismanlik Genel Muduru

25 Kasim Sali 12.40-13.30 Ipek Imirlioglu - Stres Yonetimi - Milli
Produktivite Merkezi - Kisisel Gelisim Uzmani

26 Kasim Carsamba 12.40-13.30 Erdem Kocak - Liderlik - Henkel CEO'su


27 Kasim Persembe 12.40-13.30 Serkan Somer - Inovatif Dusunce - Troyka
Medical Genel Muduru

28 Kasim Cuma 12.40-13.30 Tunc Kilinc - Kisisel Farkindalik -
www.fikiratolyesi.com - Yasam Kocu

6 seminere katılanlar katılım sertifikası almaya hak kazanacaktır.

Reklamımızı bir de buradan yapayım dedim :p Tüm Bilkentlileri bekliyoruz.

Tarzan Kızımız vs. Ben

Şehirleşme hızla artıyor günümüzde, malum insanların sayısı pek az değil. Çoğumuz şehirde büyüdük; kalabalıklarda bulduk kendimizi. Annemiz elimizden tutup gezmeye götrüdüğünde parkta onlarca çocuk vardı, çarşıdaysa yüzlerce insan. Büyüyünce gece de dışarı çıkmaya başladık; şehir ışıklarını seyrettik, gecenin gizemine kapıldık çoğu zaman. Ama şehirin görüntüsü, eğlencesi yoktu sadece. Trafiği vardı, gürültüsü vardı, bazen devlet dairesinde, bankada zaman kaybetmesi bile vardı. Şehir yaşamından, keşmekeşten bıkanlar da kendini yaşamının ileriki yıllarında doğaya bırakmayı düşündü; hatta kimisi uyguladı bile (bkz. babam :p). Tabi herkes bunu emekliyken yapmıyor, kariyerini tam ortasında bırakıverip kendini ormanlara atanlar da varmış. Mesela bu linkteki ailemiz.
Fransa'da da modern hayattan bunalan bir çift, işini gücünü bırakıp Afrika'ya yerleşmeye karar veriyor, minicik kızlarını da alarak. 7 YIL boyunca Güney Afrika'da gezerek, doğal -hatta vahşi bile olabilir- hayatla iç içe bir yaşam tarzı benimsemiş aile. E burada büyüyen çocuk ne yapar eğlenmek için? Bütün gün fotoğraf makinesiyle, kamerayla oynayacak değil tabi. Kendine göre arkadaşlar edinir: Devekuşu, fil, yavru leopar, vs. Kızımız bu arkadaşlarıyla öyle samimi ilişkiler kurmuş ki, onlarla sarmaş dolaş uyuyacak seviyeye gelebilmiş. Ama ailesi onun iyi bir eğitim alması için Fransa'ya geri dönme kararı alınca, kızımız "Tippi" için bir adaptasyon problemi doğmuş. Okula başlamış ama devam edememiş, özel öğretmen gelmiş bir süre eve. Yaşıtlarıyla oynayamamış, hayvanlarla oynamaya alışık olduğu için. Tabi sonunda uyum sağlamış şehir yaşamına. Şimdi ise 18 yaşındaymış Tippi; sinema eğitimi alıyormuş. Çocukluk günlerini de hala unutamadığını söylüyormuş. Unutulmaz tabi, ben olsam ben de unutmam.
Ben de şehir severlerdenim. Köye gittiğimde bile bilgisayarı açıyorum hemen sıkıntıdan. Şehirdeki olanaklar çok daha fazla; bunaltan bir kalabalık olmadığı sürece yollarda yürüyen insanlar, ışıl ışıl sokaklar, rengarenk binalar (aslında bu güzel görüntüyü apartmanlar katmıyor ama neyse), vs. güzel geliyor bana. Tabi kır ortamının da yeşilliği (dün gece rüyamda gördüm öyle bir yer, çok hoştu), sessizliği, özgürlüğü bir başka. Bazen okul hayatının koşturmaca ve stresinden bunaldığımda -mesela bu bitirdiğimiz hafta- kaçmak istiyorum herşeyden. Gecenin 3'ünde elime çayımı tostumu alıp, sevdiğim şarkıyı da açıp, serin havada yürüyesim geliyor. Ya da çimlere yatıp yine müzik eşliğinde gökyüzüne boş boş bakasım. Hiçbir şey düşünmemek istiyorum; el ilanları geldi mi, biletler alındı mı, sınav sonuçları açıklandı mı, proje tarihi ertelendi mi, o insan iletisine yazdıklarıyla kime mesaj yollamaya çalışıyor, vs. bir sürü dünya işi şeyler. Olaya böyle bakınca Fransa'ya kaçan aileye hak vermiyor değilim. Gerçi benim bu saydıklarım kısa süreli sıkıntı verse de özünde mutlu edecek şeyler. Onun için ne kadar şikayet ediyor olsam da bir yandan halime şükrediyorum. Tabi bu arada dağlara bayırlara kaçmak istemem gerçeğini de engellemez :p
Fransa'dan kaçıp Afrika çöllerine yerleşen aileyi tebrik ediyorum buradan, herşeyi geride bırakabilme cesaretini gösterdikleri için. Tabi kızımıza hafif yazık olmuş, küçücük yaşta adaptasyon sıkıntısı çekmiş ama her çocuğun kolay kolay elde edemeyeceği deneyime de sahip olmuş. Ben yine de, Afrika'ya kaçmak yerine daha normal ve şehir yaşamını tamamiyle terk etmeyecek bir çözüm uygulardım heralde. Yine arada böyle dağa ormana gidilebilir, malum mekan değişikliğine ferahlık vardır; ama kurulmuş düzeni de 7 yıl gibi uzun bir süre için geride bırakamam. Çünkü bana sadece doğal yaşamın yetmeyeceğini düşünüyorum. Bazen konsere gidip bağıra bağıra şarkı söylemek, deliler gibi dans etmek, dizi-film izlemek de lazım. Kafa sallamak bile girebilir bu listeye :D

8 Kasım 2008 Cumartesi

Yenilgi(!)

Yenilgiyi kabullenmek. Kimi zaman zor, kimi zaman tam bir kaçış yolu, bir kolaylık. Gönülsüzsünüzdür o iş için; yapasınız gelmiyordur. İşte o zaman ilk hayal kırıklığında, ilk aksilikte hemen vazgeçeriz ondan; bahanemiz de hazır nasılsa. Kimi zamansa tam tersi olur. Bir sürü engel vardır o yolda, hepsini teker teker aşarsınız; düşerek ya da üzerinden atlayarak. Peki bu atlama gücü nereden geliyor? Hedefimize ulaşmak için duyulan kuvvetli istek, merak, elde edilecek olanların hayali, vs. Ya caydıran güç; o nereden çıkıyor o zaman? Üşengeçlik, kendine güvenememek, şansızlık, bazen yeteneksizlik (!), vb. Bahane çok ikisi için de.
Birkaç gün öncesine kadar herşeyden emin bir insandım. Bu aralar ise çok duygusalım, hatta dokunsan ağlamak için bir gerekçe bile bulabilirim an itibariyle. Ama malesef birileri resmen beni yenilgiyi kabullenmeye itiyor. Tüm başvurulardan red cevabı almak, alınan sözlerin iptal olması (aslında insanlık halidir, buna hoşgörü gösterilir ama yine de aksilik aksiliktir), işlerin aksaması, sınavların kötü geçmesi, bilmemne bilmemne. Buradan hayatımdan mutsuzum anlamı da çıkmasın tabi. Ama gencecik olan girişimci, atak ruhum erken yaşta aramızdan ayrıldı, yerine de şüpheci, herşeye önyargıyla bakan başka bir ruh gönderdi. Hevesimi kıranlar utansın :p
Yenilgiyi kabullenmiş olmak hiçbir zaman hoşuma gitmiyor, ama bazı gerçekler umudumu aldı birtakım sebeplerden dolayı. Kendimden öte, sınavda başarılı olmayı hakettiğini düşündüğüm arkadaşlarımı da başarısız kategorisine sokan AIESEC adlı kuruma case çözme, mülakata girme ve afallama deneyimlerini tattırdığı için teşekkür ediyorum.

2 Kasım 2008 Pazar

Çıkarımlar Topluluğu

Yoğun bir haftanın sonunda buradayım yine. Sevgili blogumu iyiden iyiye şu ortaokul-lisede yazdığım günlüklerime benzettim. O zamanlar "Bugün bilmem naptım, bilmemkimle bilmemnoldu, bence şu böyle, aslında bu öyle olmamalı" tipinde cümlelerle doldurduğum günlüklerim vardı; artık blogum bu ihtiyacı karşılıyor (Tabi çok özel şeyleri yazamıyorum buraya :p).
Bugün birkaç çıkarımda bulundum. Birisi mülakatlar üzerine. Mülakatların aslında tamamiyle geyik ve formalite olduğu izlenimine kapıldım çünkü. Aynı kurumun bir tarafta alakasız konulardan bahsederek, öbür taraftaysa mülakatçıların kendi çapında kişiyi analiz etmeye çalışarak yaptığı görüşmenin ciddiyetini sorgulamaktayım şu an. Eminim iki taraf da hakkımızda çok önemli yargılara varmış, yetkinliklerimizi gerektiği gibi analiz etmiştir. Ama neden format farklı? Neyse artık, onların sorunu :p
Başka bir çıkarım: Case çözmek hoş birşeymiş. Daha önce case çözümüne tanık olmuştum (hatta bugün çözdüğümden çok daha kaliteli ve kompleks) ama hiç çözmemiştim bir grup içinde. Belki ufak çapta bir vakaydı; yine de kendimi daha önemli, daha başarılı, daha aktif hissetmemi sağladı (Okuyan da beni halkın kahramanı sanacak, ama cidden hoşuma gitti.). Buradan herkese tavsiyem, vaka analizlerine katılınız (bkz. casecamp =P).
Bir çıkarım daha: Bir dil öğrendiyseniz onu zihninizde canlı tutmaya çalışın; gerçekten çok hızlı uçuyor :S O dilde şarkı dinlemek de bir işe yaramıyor; öyle olsaydı hala şakır şakır ispanyolca konuşuyor olurdum ama bugün mülakatta ağzımın payını aldım (Testte 21/50 doğru yapmak birşey ifade etmiyor haliyle.).
Sonuncu olmayan çıkarım: Önceki yazılarımdan birinde birbirimize karşı açık olmamız gerektiğini yazmıştım; ancak birşeyleri atlamışım ve şimdi düzeltiyorum: Keşke birbirimizi kırmadan, yanlış anlaşmadan, negatif elektrik yaymadan duygularımızı düşüncelerimiz belirtsek. Şimdi bunu okuyan olur da üstüne alınmaya kalkarsa söyleyeyim: Kimseye lafım yok, sadece bir hatırlatma. Yanlış anlaşılmaktan da korkmamak lazım; ne msnde geyik yaparken kelimeleri yanlış yazınca =), ne de tenefüste sohbet ederken. Önemli olan o yanlış yargıyı düzeltebilmek gecikmeden (msndeyse sorun olmaz, nasılsa okuyan doğrusunu anlıyordur =p).
Çıkarım bilmemkaç: Kendini doğru ifade edebilmek önemli birşey. Karşı taraf doğru mesajı almadıktan sonra istediğimiz kadar iyi biliyor olalım ya da birşeyler düşünelim, hissedelim; farketmiyor, farketmez de.
Çokuncu çıkarım: Hedefe ulaşmak istiyorsak, elimizden geleni ardımıza koymamalıyız bence. Bazen kaybedeceklerimiz olabilir; ama kazanacağımız çoksa pes etmemek lazım. Kaybedilenlerin yerini kazanılanlar tam olarak dolduramayabilir belki. Eğer kazanma şansımız olduğunu bildiğimiz halde kaybedilecekler olduğu için caydıysak hedefimizden, o zaman geriye dönüp bakmak, içini çekmek yok. İçinde uhde kalacaksa, o zaman da gidenlere bakmamak lazım. Nasılsa kazanacakların var, eğer derdimiz kar durumuysa. Bazen denediğine değer bazı şeyler; giden para, gurur, zaman, vs. de olsa ;)
Sonuncu çıkarım: Gereğinden fazla uyumanın üstesinden nasıl geleceğimi buldum. Bu aralar kalkmam gereken saatten 1 ya da 2 saat önce uyanıyorum, sonra ara ara gözümü açmak suretiyle yarı uyur yarı uyanık rüyalar görüyorum. Biraz yorucu ama çok eğlenceli, hele de 2 saat boyunca kesintisiz olarak güzel ve gerçeğimsi o rüyalardan görünce çok daha süper oluyor.
Bir kısmı sizlere birşey kazandırmayacak çıkarımlardı; bir kısmıysa şu her zamanki iç sıkıcı tavsiyelerimden. Ama en azından -az da olsa- farklı birşeyler var; idare edin artık çok değerli okuyucularım :p Bir başka ilginç yazımda görüşme üzere, esen kalın =D

25 Ekim 2008 Cumartesi

Bu yazıyı okumak yasaktır!

Bloglarımızı kapayanlara inat: Ahanda yazıyorum.

İki satır yazı yazamayacaksak, birkaç eğlenceli öykü okuyamayacaksak, içimizi dökemeyeceksek, duygularımızı paylaşamayacaksak; interneti de kaldırın, televizyonu radyoyu gazeteyi de kaldırın, hatta bizleri de kaldırın yeryüzünden; daha isabetli olabilir.

24 Ekim 2008 Cuma

Kısa bir mola

Kaç gündür yazmıyordum sevgili bloguma. Takdir edersiniz ki üniversite 3. sınıf öğrencisi olmak kolay değil. Bir yerden birşeyler patlak verecekti ki o patlak blog üzerinden oldu (Aman patlayan o olsun :P). Aslında özellikle bahsedeceğim birşey yok ama birden içimden bir ses "Yaaaz, yaaaaz" diye dürttü beni. Sebeplerini de biliyorum:
1) Yarın prob (probability and statistics) sınavım var. Çalışacak çok konu olmayınca ve canım çalışmak istemeyince bir öğrenci olarak başka bir uğraş aradım ve blogu uygun gördüm.
2) Bu aralar kafayı yemezsem hiç yemem diye düşünüyorum. Yakın çevremdekilerin başını ağrıtma katsayısını azaltmak için bir kısmını buraya dökmeyi tercih ettim.
3) Bayramdan beri de yazmayınca, bloguma biraz daha ilgi gösterme ihtiyacı duydum. Sırf yazmış olmak için yazmıyorum ama yine de.
Bahanelerimizi de saydık. Artık rahatlamaya geldi sıra. Bir insan 7 gün içinde 2 ödev yapar, 1 proje teslim eder, 2 sınava girer, başka bir proje için çalışır ve onun en az 2'şer saat süren toplantılarına gider, bir yandan sosyal aktivite(!)lerle boğuşursa nolur? Bu insan bensem pek iyi olmuyormuş sanırım. Aslında mutlu gibiyim de; çünkü birşeylerle boş kalmamacasına da olsa uğraşmayı seviyorum. Sorun şu ki bu aralar bunları yapacak modda değil gibiyim; meselenin kökü bu. Bunlarla uğraşırken ve okul ortamında "survive" etmeye çalışırken birazcık olsun kafamı da dinlemek istiyorum sanırım. İnsanların hakkımda ne düşündüğünü, herhangi bir sebepten dolayı bana kırılıp kırılmadıklarını, canımın istediğini yaparken arkamda kalanların benden ne beklediğini ve beklediklerini bulup bulamadıklarını düşünmemek istiyorum.
Bugün bir mesleki kişilik envanteri doldurdum. Elime doğrudan sonuç vermiyordu ama insanın sık sık düşünmediği soruları kafasına tekrardan çok güzel bir biçimde sokan birşeymiş. Herkes kendini tanır, bilir ama bazen kabul etmez bazı şeyleri, konduramaz ya da farkında değildir ona sıradan geldiği için. İşte bu dikkat ediyormuşum gibi görünüp de çok ciddiye almadığım bazı şeyleri düşünmeye itti beni bu test. Biraz kendime güvenimi geri getirdi, biraz da aldı benden (öyle de ilginç biriyim işte). Yine de bu ara özgüveni tavana fırlamış modda geziyorum. Hatta ondan da öteyim. Daha sırıtık, daha geyik, daha mutlu, daha olumlu, daha yüzsüz :p, daha vs. oldum bu aralar. Neden mi? Biliyorumla bilmiyorum arasıyım. Sanırım bu aralar bu yoğunluğa rağmen hayatımda güzel şeylerin olması bunun sebebi. Eskiden ulaşılmaz gibi gelen şeyleri şimdi başarıyor olmak, yakın arkadaşlarınla salak geyikler yapıp eğlenmek, kafana koyduklarını yapabilmek, msnde ailenle muhabbet edip köpeğini izlemek, vs. Şahsen çok mutluyum bunlarla; özellikle msnde cam açıp kamera karşısında afallamış köpeğini izlemek çok zevkli :D
Artık yazılarımda da daldan dala atlamaya başladım; okuyucu kitlemi :p sıkmamak için kısa kesiyorum. Sadece eklemek istediğim birkaç noktacık var: Keşke hepimiz birbirimize yeterince açık olabilsek, düşüncelerimizi kırıcı olmadan ve açıkça ifade edebilsek (Ben de yapamıyorum :S - kişilik envanteri aklımı başıma getirdi), duygularımızı rahatça paylaşabilsek karşımızdakiyle - onu kaybetme korkusu olmadan, kendimizin farkına tam anlamıyla varabilsek her açıdan, her daim geyik yapabilsek kapı önlerinde, gücümüzün farkında olduğumuzu uygulamaya dökebilsek, başkalarına patronluk yapıyor görüntüsünden sıyrılıp sadece kendi patronumuz olsak (aslında çok zevkli de suyunu çıkarmamak lazım), filan filan. Belki bu liste uzar, ama ben öncelikli olarak bunları yapabilmek istiyorum bu aralar.
Not: Bu resim kendini kral-kraliçe gibi hissedenler için konmuştur =D

30 Eylül 2008 Salı

Her türlü

Bu sefer daldan dala atlayacağım; hazır olun. Belirli bir konum yok. Sadece bugün aklımda kalanlara değineceğim madde madde.
1) HERKESİN MÜBAREK RAMAZAN BAYRAMINI KUTLUYORUM =) Herkesin sevdikleriyle, gönüllerine göre nice mutlu bayramlar geçirmesini diliyorum.
2) Geçenlerde Turkcell'in iPhone partisinde sıra bekleyenler: Size geçmiş olsun; sizin verdiğiniz paranın çok daha azına ben de alacağım o telefonun aynısını. Pardon aynısı değil. Özellikleri aynı, tek fark adı: Phone! Eveeet, benim bir "phone"um olacak =D Asıl adı Hi-phone, ama telefonun üstünde "phone" yazıyor (Yazmasa bilmeyeceğiz onun telefon olduğunu sanki.) Pek de ucuz; ama asıl karizması adından geliyor.
-Telefonunun markası ne?
-Phone.
Kulağa ne kadar hoş geliyor. Hele de anlamını düşününce. Elimdeki telefonun markası telefon. Daha fazla saçmalamayacağım ama cidden çok hoşuma gitti :)
3) İftar çadırlarındaki izdihamı görünce köpekleri hatırladığını dile getirmek nasıl bir insanlıktır? Oruç tutmayabilirsiniz, oruç tutulmasını saçma bulabilirsiniz, iftar çadırlarında oluşan izdihamdan rahatsız olabilirsiniz, hatta bazı vatandaşlarımızı kendinizden alçak da görebilirsiniz-ona bile tamam-, ama bu insanlara "köpek" demek kimseye yakışmaz. Hele de bir gazetede köşe yazısı yazan birinin kesinlikle yapmaması gereken birşeydir bu. Topluma örnek olması gereken ya da çalışmaları kitleleri etkileyebilen kişilerin daha dikkatli olmasını istiyorum sadece. Bu dini ya da siyasi görüş meselesi de değildir ki. Sadece insana saygıdır biraz, terbiye meselesidir.
4) Okulu bıraksam mı diye düşünüyorum. Aslında tam tersine bana ihtiyaç da olabilir ama kasasım da gelmiyor. Niye mi? 2010'da 3. Dünya Savaşı çıkacakmış =D Ya "Amaaan dünya işi, nasılsa dengeler değişecek" deyip hayatı boşlamalıyım; ya da savunma sanayii işine girerek savaş zamanı biraz işe yaramalıyım. En iyisi bunu da gidip Vanga Teyze'mize sorayım; o bana yardımcı olur. Ya aslında dalga da geçmek istemiyorum ama, bu habere sanırım temcit pilavı muamelesi yapılıyor. Yoksa ben de korkmadı değilim hani.
Özetle bugün ne anlattım? Ben de bilmiyorum. Ne öğrendim? Çin'in sahteciliğinden korkulur ama isim bulma yeteneklerinden korkulmaz. Bir de, Allah kimi insanlara akıl fikir versin. Sonuç olarak; bayramınız kutlu olsun :)

26 Eylül 2008 Cuma

Sanalım, sanalsın, sanal...

Yıl 2008, teknoloji çağındayız. Yaşamlarımızı da bu teknolojik gelişime fazlasıyla adapte etmiş durumdayız. Nasıl mı? İlk örneğim ekşi sözlükten alıntı:
Konu: teknoloji çağı
Tanım: 4 yaşındaki yeğenim Zeynep'e kendisinin de rolü bulunan rüyamı anlattıktan sonra,
"rüyanın fotoğrafını çektin mi?" diye sormasıyla içinde bulunduğumuzu fark ettiğim; kıyamete yakın zamanlar...
Artık veletler de bunu kabullenmiş durumda. Kuzenimin kızı henüz 5 yaşındayken (okuma yazma bilmiyorken yani) msn'e giriyor, bağlanamazsa sorun gideriyor, gelen dosyaları kabul ediyordu. Gerçi bu biraz da çocukların öğrenme hızıyla da alakalı olduğu için irdelemeyeceğim.
Bir diğer örnek, sanal ilişkiler. Ya neden internetten sevgili bulunur? İnternette geyik yaparsın, forumda sözlükte muhabbeti ilerletirsin hepsi tamam da şu aptal dating sitelerinden sevgili bulanlara açıkçası hayranım. Neden yüzyüze görüşebildiğin insanlarla zamanını geçirmezsin? Daha iyi ve sağlıklı tanıyabileceğin insanlar varken neden webcam aracılığıyla tanışmak için kasarsın kendini? İnternette tanışıp uzun süreli ilişkileri olanlar da var biliyorum; ama ben yine de karşıyım böyle bir olaya. Bir kere böyle tanıştığım birini ciddiye almam bile biraz zaman ister; çünkü o maça geriden başlamıştır zaten. Bir derste internet aşklarını tartışırken bir arkadaşımız bunu savunmuştu bize (kendi sevgilisiyle öyle tanışmıştı). Şahsen tatmin olmamıştım ben de herkes gibi. Sonuçlar her zaman kötü olmasa da başlangıcı için geçerli sebep bulamıyorum. Bari aşkları nete düşürmeyin ya bu şekilde.
Bu dating sitelerininde yeni bir boyut daha var tabi: facebook. Evet, facebook da ayağa düştü. Mark Zuckerberg zamanında niye yapmış bunu? Tanışan insanlar ya da aynı okul öğrencileri arasında bir iletişim sistemi olsun demiş. Gidip de kız meraklısı tipler (o uygun sıfatı yazmayacağım) onu bunu eklesin diye değil. Sırf bu yüzden ismimi kullanmaya çekinir oldum sağda solda. Burada yazdığım yazıyı beğenip, facebookta beni aratıp mesaj yazan, "sizinle tanışmak istiyorum" diyebilen zihniyete buradan da cevabımı vereyim: Boşver beni tanıma istemiyorum, oku yeter!
Feysbuk demişken, bir çeşit facebook kullanıcısına daha değineceğim. Kimi arkadaşlarıma bu insan tipini ve rahatsızlığımı anlatmıştım, onlar anlayacak kimden/neden bahsettiğimi. Bu tip şahıslar birkaç tane ortak arkadaşının olduğunu görüp de tanımadığı insanları listesine ekler. Bu eklenen şahıslar da genelde kabul eder bu talepleri; "aaa ortak arkadaşım varmış, aynı okuldayım, ayıp olmasın, vs" gibi sebeplerle -pişman olacaktır, o ayrı-. Tabi artık o kişiyi gördüğünde selam vermesi gerektiğini düşünen "eklenen arkadaş", selamına karşılık alamadığını görünce sinir olur. Hatta bir gün yanyana oturduğunda ya da gözgöze geldiğinde muhabbet etmeye çalışınca, "ekleyen şahıs"ın onu değil tanımak, hiçbir şekilde hatırlamadığını farkedip "hay dilimi ve elimi eşek arısı soksun" demekten de kendini alamaz bu eklenen arkadaş. Eve gider bakar, ekleyen şahıs hala eklidir facebookta; daha da bir sinir olur tabi. İşte böyle facebookta ekleyip de sonra tanımazlıktan gelenlere acayip derecede doluyum. 15 tane ortak arkadaşımız var diye tanımadığım birini niye ekleyeyim ben ya? Hadi ekledim, neden o kişiyi tanımazlıktan geleyim? Ya ben bu tanıdık-tanımadık ayrımını fazla abartıyorum; ya da cidden insanlar daha karizmatik, daha sosyal görünmek adına komikleşiyorlar.
Bu kadar eleştiri yapmışken bunu da söyleyeyim de tam olsun: Lisedeyken ya da ortaokuldayken bir kere bile doğru dürüst muhabbet etmediği kişileri üniversiteye gidince ekleyenler de bana ilginç geliyor. Ben de çoook eski arkadaşlarımı ekliyorum tabi ki, ama hepsiyle kesinlikle az ya da çok muhabbetim olmuştur bir şekilde. Benim garipsediğim, eski okulda bir kere bile konuştuğunu görmediğim insanlar. Herkesin facebook kullanım anlayışı benimle örtüşecek değil ama, o bahsettiğim insanlar da nedense bana daha çok arkadaşı olsun diye kasıyormuş izlenimi veriyor.
Varacağım sonuç gayet net: Hayattaki ciddi, önemli ve güzel şeylerin bayağılaştırılmasına, bazı değerlerin yozlaştırılmasına ve insanların bazı takıntılarını -"merak" deyip biraz daha ılımlı hale getireyim- açıktan açığa çaktırmasına karşıyım. Bari çok arkadaşım olsun derken makul olanları ekleyin de çok sırıtmasın =P Bir de birisiyle birşeyler paylaşmak istiyorsanız bu kişi gözlerine bakarak tanıdığınız biri olsun, yolladığı smileylere göre değerlendirdiğiniz değil.

Dağarcığınıza yeni ve güncel sözcükler

Son zamanlarda hep iç sıkan ya da fenalık getiren
yazılar yazdığıma göre, biraz saçmalamanın
zamanı geldi artık.
Terimler bir e-postayla geldi bana.
Buraya yazmazsam çatlardım.


Çayyaş:
Sabahtan akşama kadar çay içen bağımlı kimse. Türkler kahveden
çok çayı severler.

Dekılte:
Görgüsüz, kıro erkeğin ipek gömleğinin önünü derin açarak
sergilediği kıllı ve altın kolyeli göğsü.

Duşunur:
Duş alırken gelen ilhamla ülke sorunları, hayatın anlamı
veya benzer derin konulara kafa yoran ve özgün fikirler üreten
entellektüel ve temiz kimse.

Cinekolog:
"Kızım senin içine cin girmiş" diyerek cinsel tacizde bulunan
hoca, üfürükçü

Kankamatik:
Yolsuz kaldığınızda borç para aldığınız yakın arkadaş.

Efemdi:
Davranışları ve sözleri kadınsı olacak kada nazik, yumuşak
ve ince erkek.

İçerdöver:
Her akşam bir yerde içip, eve zil zurna sarhoş gelip
karısını, çocuğunu döven hayırsız koca, kötü baba, zayıf karakter.

Sinirbaz:
Nasıl olduğunu anlayamadığımız ve çözemediğimiz bir şekilde,
sizi her defasında sinirlendirebilen özel kimse.

Hafızapping:
Br şeyi hatırlamaya çalışırken hafızanızda attığınız hızlı tur.

Lafıza kaybı:
Söyleyeceğiniz sözü unutmanız.

Markalemun:
Saç şeklini ve rengini üzerindeki marka giysiye göre değiştiren,
dış görünüşe fazlasıyla önem veren boş insan.

Jeloğlan:
Saçlarına bir kutu jöleyi sürmeden asla insan içine çıkmayan,
görünüşüne aşırı düşkün genç erkek.Derler ki uzun süreli jel
kullananlar sonunda "jeltoş" olurlarmış.

Keşportacı:
Sokağa tezgah açmış uyuşturucu satıcısı.

Shopşal:
Büyük alışveriş merkezlerine gidip saatlerce aylak aylak dolaşan,
mağazaların önünde dakikalarca dikilip boş boş vitrine, içerideki
bayan görevlilere bakan işsiz güçsüz alık kimse.

Tükürükçe:
Konuşurken ağızlarından çok fazla tükürük saçan kimselerin ana
lisanı.

Zırvana:
Aptallığın en açmış noktası. Zırvanın zirvesi ve nirvanası. Salaklığın
ulaşılabilecek en üst seviyesi.

Tembesil:
Çok zeki olmamasının dezavantajını çok çalışarak kapatacağına,
bütün gün yan gelip yatan tembel ve akılsız öğrenci, kimse.

Notlakçı:
Üniversitede derslere girmeyen, sınavlara başkalarının notlarından
fotokopi çekerek hazırlanan beleşçi ve hayta öğrenci.

Kampüsırık:
İş hayatından korktuğu için bütün eğitimi boyunca kampüsün
içinde saklanan, bu nedenle de şirketleri ve iş ortamını tanıma
fırsatını kaçıran üniversite öğrencisi.

__,_._,___

24 Eylül 2008 Çarşamba

Karşılıklı Hoşlaşmamalar

Çevremde olmalarından memnun olduklarıma...

İnsan olmanın bir getirisi sosyalleşmek. Daha asırlar öncesinden, hayatta kalabilmeye tek çözüm bir arada olmakta görülmüş, insanlar bir araya gelip beraber yaşamış. Kendilerine göre köyleri, şehirleri, devletleri olmuş. Tabi o uzun yılların sonrasında günümüze gelince sosyallik kavramı birazcık daha dallanıp budaklanıyor.
Dünya nüfusu milyarlarla ifade ediliyor; Türkiye'ninki de yetmiş milyonu aştı. Kendimizi merkez alıp çevremizdeki insanları bir düşünecek olursak, meydana az buz bir rakam çıkmaz tahminimce. Peki bunların ne kadarı gerçekten sosyal çemberimiz içinde olmalı? Aslında bu soru yanlış oldu. Değişik insanlar tanımak, farklı kültürlerden ya da ortamlardan arkadaşlar edinmek ufku ne kadar genişletir biliyoruz. Buna rağmen, bazen "Ay tanımaz olaydım" dediklerimiz de olmuyor değil. Kimse inkar etmesin, bence pişman olmasanız bile, tanımasam da birşey farketmezdi diyeceğiniz insanlar vardır en azından, sevgi böcüğü olmanın alemi yok burada.
Bazen bakıyorum çevreme, nadiren ya da sık sık bir araya geldiğim insanlara. Her türlü olabilir bu, iş arkadaşı, sınıf arkadaşı, arkadaşının arkadaşı, komşu, akraba, öğretmen, aşçı, kantinci, vs. Açıksözlü olmak gerekirse, ara sıra "Başlarım böyle sosyalliğe, dağda tek başıma yaşasam iyi" dediğim oluyor =P Hoşlaşmadığımız insanlarla bir arada olmak zorunda kalıyoruz çoğu zaman. Eh, bundan kaçış yok, yakın çevrem dışındaki herkesi seçemiyorum malesef. Peki bu ısınamadığım insanlarla beraberken napıyorum ve ne yapmalıyım? Eheheh işte olayın güzel kısmı bu: Süper biri değilim, örnek insan olmadığım da aşikar. Bu insanlara soğuk davranmaktan kendimi alamıyorum açıkçası (Hatta uyuzluk yaptığım da oluyor bazen :p). Şahsen kendimi almayı da pek düşünmüyorum. Eğer ben kendimi sınırlamadan, beden dilime ve beynime söz geçirmeye çalışmadan serbest davrandığımda bunları yapıyorsam, demek ki içimden gelmiyor bu kadar basit. Zorla mı canım cicim moduna girmeliyim? Tabi ki hayır; bir kere kendini sıksan da olmuyor bir yerden sonra. Tabi bunun sonrasında ne mi oluyor? Zincirleme sürüyor bunlar. O malum insanlar da bana benzer şekilde davranıyor, onlar da bana saygısızlık yapabiliyor bazen. Peki ikinci güzel soru: Benim umrumda mı? Bazen üzülsem de, net bir hayır! Bir kere ben ona saygısızlık ya da uyuzluk yapmışsam ben de aynını hak etmişimdir zaten. Ama seviyeli ilişkiler çerçevesindeyken de soğuk rüzgarlar eserse ya da o insanlar beni rahatsız ediyorsa yine de, onların benim hakkımda ne düşündüğü bayağı bir geri planda kalıyor. İlk güzel soru çiftime döneyim. Peki ne yapmalıyım bu tip durumlarda? Tamam, yanlış hareketler yapmayacağım mümkün olduğunca; ama bazen dalga geçmek ya da o çok ünlü buz bakışlarımı atmaktan da hiç ama hiç çekinmem. Eğer birisini sevmiyorsam, oyun oynayacağıma hissetsin çok daha iyi (ki çok da güzel hissettiririm =P). Ben böyleyim, kimse de kusura kalmasın.
Hepimizin gözü kulağı var, az çok anlarız hakkımızda ne düşünüldüğünü ya da ne hissedildiğini ses tonlarından, bakışlardan. Ben buz bakışımı atıyorsam, onlar da bana göz deviriyor belki. Bu durumda kim kimin umrunda? Olması gereken, bu soğukluklara aldırış etmeden, işini görmek ya da ortamı soğutmadan zaman geçirmek ve mümkün olduğunca kendini tutmak. Tabi bir yandan da sadece kendi yoluna bakmak. Eh arada minik dedikodular da kaçabilir, insanlık hali ama sonuçta etik-ahlak-huy derken kimse kötü insan olmak istemiyor. Yine de, karşımdaki ne kadar hoşlanmazsa hoşlanmasın benden, ben böyleyim; rol de yapamam. Birisini seviyorsam o onu hisseder gerek konuşmam, gerek bakışım, gerek geyik yapmamdan; bu da bir o kadar aşikardır.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Bir rahatlama yazısıdır:

İnsanoğlu ilginç bir yaratık. Gayet neşeli bir havada olup espriler patlatabilirken birkaç dakika sonra sessizleşip depresifleşebilmek küçümsenebilecek bir beceri değil.
Sahip olduklarımız için şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum öncelikle. Bugün en yakın arkadaşımla yolda yürürken artık rutinleşen istek sıralama faslımızı gerçekleştiriyorduk ki, bir an durdum ve şükretmem gerektiğini farkettim. Listemizde araba, iyi bir iş, mesleki başarı, iyi bir not ortalaması, kriterlerimize uygun bir sevgili, vb. seçenekler vardı. Önemli olan şu ki, -çok şükür- sağlık, bir kap yemek, bir dostla rahat bir muhabbet, sığınacak bir ev yoktu. Aslında bir insanın isteyebileceği çoğu şeye sahibiz çünkü, ya da sahibim. En azından elimdekilerle mutluyum, her ne kadar daha fazlasını istemeye devam etsem de. Elbette ki daha iyilere ulaşmaya çalışacağız; ama elimizdekilerin kıymetini unutmadan. Belki bazılarına sahip olurken diğerlerini elde edemeyebiliriz. Yine de bu hayatı bırakmak ya da moral bozmak için bir bahane olmamalı.
Bunları yazdım yazdım da sanki ben çok mu uyguluyorum bunları? Malesef hayır; arada bir aklım başıma geliyor işte o kadar. Hatta komik olan şu ki başta da belirttiğim gibi en keyifli anlarımda bile birden yüzümdeki ifade değişebiliyor, kendi kendime moralimi bozabiliyorum ortada bir sebep yokken. Ya da uydurma sebepler yaratarak. Belki birçok insanda oluyor bunlar, bilemem kimsenin iç dünyasını. Kimi zaman resimlere bakıp "Bu ben miyim?" diyorum, ya da aynanın karşısında. Bazen çevreme bakıyorum ve kendimi gözlüyorum; "Gerçek Elif bu mu?" diye geçiriyorum içimden. Çoğu zaman istediğim cevabı verebiliyorum kendime, ki önemli olan da bu bence. İnsanın az ya da çok kendiyle barışık olması, kendine birazcık güvenebilmesi, kendini kabullenmesi öyle ya da böyle. Kişisel özelliklerden şikayet etmek yerine ya birazcık kontrol altına almayı denemek ya da bunu özümsemeyi bilmek lazım mesela, aynada gördüğünüz kişinin gerçekten "siz" olduğunu kabul edebilmek için. Kompleksleri de bırakmalı bir kenara. "Arkadaşlarım beni aralarına almıyor" demek yerine daha çok içlerine girmek gerek. "Onlar beni gerçekten sevmiyor; sadece beraber biraz zaman geçiriyor" diye düşünmeyi bırakıp sana gerçekten değer verildiğini kafana sokmak da tabi. Kısacası, kendi değerinin farkına varmak lazım. İlle sosyal anlamda da değil bu; her açıdan böyle. Kötü düşünmenin kimseye bir faydası olmadığını hepimiz biliyoruz da, neden uygulamıyoruz? Neden olumsuzluklara odaklanıyoruz, elimizde olmayanları görüyoruz ve sahip olduklarımızı gözardı ediyoruz? Neden geriyoruz kendimizi, sıkıyoruz değmeyecek şeyler için? Cevap belli, çünkü öyle bir sebep yok ve uygun bir bahane üretmek zor.
Bunları yazmaya başladığımda hiç sebebi olmadığı halde gergindim, kendi kafamda saçma düşüncelerle boğuşuyordum. Birkaç gündür kendime ve çevreme bakıyorum ve düşünüyorum; malzeme de bu şekilde çıktı zaten. Ama yazdıkça yapmam gerekenleri düşündüm ve ihtiyacım olanı bir kez daha keşfettim: Akıntılara karşı koyuşlarımı belli bir seviyeye indirip kendimi sulara bırakmak, sahip olduklarımı hatırlayıp tebessüm etmek (daha fazlasını istemek kısmına yorum yapmıyorum, yapı gereği doyumsuz ve hırslı bir tarafım var). Sevdiklerine daha çok sarılmak, sevdiğini hissettirmek (ah bir de bu kadar ciddi olmasam :S). Başta beni bu konularda düşünmeye itenler olmak üzere tüm sevdiklerime diyorum ki, aynen yanımda olmaya devam edin :p

10 Eylül 2008 Çarşamba

"Hevesim kursağımda kaldı"

İnsan kendi kendine nazar değdirebilir mi? Daha doğrusu olmasını istediği şeyleri kendi eliyle ve istemeden engelleyebilir mi sık sık? Herkeste oluyor mu bilmiyorum ama, bende çokça oluyor malesef.
Kendimi bildim bileli, birşeyi çok istedim mi bir problem çıkıyor. Heves edip heyecanlandıysam, ya karnım ağrır, ya iptal olur, vs. Hiç unutmam; ben 9-10 yaşımdayken Arnavut bir öğrenci grubu gelmişti İstanbul'a ve babamlar ilgileniyordu onlarla. Grupla beraber Tatilya'ya gidecektik ve ben çocuk aklımla çok heyecanlanmıştım. Tabi noldu? O gün acayip derecede karnım ağrıdı, midem bulandı ve sadece atlı karıncayla çarpışan arabalara binebildim. O gün su kaydırağına binememiş olmak içime oturmuştu ve hala da orada oturuyor :p
Bacaksızlık çağı heveslerinden öte, hala aynıyım. Hoşuma gidecek birşeyin olacağını düşünmeye başlayıp heyecanlandım mı, ya o olay olmuyor ya da oluş süreci acayip derecede yavaşlıyor ve ben sinirden çatlıyorum (biraz da tezcanlılığın sonucu). Kısacası hevesimi kendi ellerimle kursağımda bırakıyorum malesef. Sırf bu yüzden kendimi hiçbir şey için hazırlamamaya ya da havaya sokmamaya çalışıyorum. bazen işe yarasa da, olmadı mı olmuyor =((
Diyebileceğim pek birşey yok. Sadece olmasını istediğim ve olacakmış gibi duran şeylerin fazla heyecan yaptığım zaman olmamasına gıcık oluyorum. Dilerim bir gün bu problemi de çözerim ama şu sıralar bu durumdan dolayı üzgünüm; şu ara düzelir mi bekleyip görecez =P

5 Eylül 2008 Cuma

Olmadık bir anda gitmek

Çoğumuz kendimize göre hayaller kurarız gelecek için; ufak tefek ya da büyük planlar yaparız. Temennilerimiz olur; elimizde olan ya da olmayan şeyler için. "Uzun boylu, zeki, mühendis bir kocam olacak", "Göl kenarında iki katlı, ahşap bir evde oturacağım", "70 yaşımdan fazla yaşamak istemiyorum", vs. Evet, ölümle ilgili bile isteklerimiz olabiliyor. Şahsen, elimde bir seçim şansı olmadığını bilmeme rağmen, çok yaşlanıp da yataklara düşmeden, kimseye muhtaç olmadan, hatta yaşlanmadan ölmek istiyorum. İşkenceli de olmasın, trafik kazası falan gibi kısa süreli birşeyde olsun bitsin, "2 gün yatak, 3. gün toprak" felsefesi gibi. Tabi arkada kalanlar için bu kadar kolay olmuyor birisini uğurlamak.
Bizi nerede neyin beklediği belli; en azından ben öyle düşünüyorum. Her ne kadar olayları sebep-sonuca bağlasak bile, bazen "nasıl yani, neden?" diye sormaktan kendimi alamayabiliyorum; işte orada kader kavramı giriyor benim için devreye. Ama konum bu değil, bunları tartışabilecek durumda da değilim. Varacağım nokta şu ki, bazen nasıl ve ne kadar istersek isteyelim, birtakım güçlerin önüne geçemiyoruz sanırım. Ölüm için olmasını dilediğim durumların gerçekleşme ihtimalinin çok düşük olduğunu biliyorum. Hayatın bizi nereye sürükleyeceğini kestiremediğim gibi, nasıl sonlanacağını da bilemiyorum.
Geçtiğimiz günlerde çok çok sevdiğim bir yakınımın babası vefat etti (Buradan Tiryakioğlu ailesine de başsağlığı diliyorum.). Ölüm hepimizin sonu; ama gencecik ve turp gibi bir insanın frenleri boşalmış bir kamyonun kendisine çarpmasıyla vefat ettiğini duymak çok zor. Yarım saat önce eve yeni girmişken tekrar dışarı çıkmayabilirdi. Ya da caddenin karşı tarafına geçmeden yürümeye devam edebilirdi. İhtimaller çok; sonuçta bir şekilde koruyabilirdi kendini. "Olacağı varmış" demekten öteye geçemediğiniz andır işte bu. Belki bu dünyadan giden kişi için istediği bir durumdur, bilemeyiz (malum kimse işkenceli olsun istemez); ama bir de arkasında kalanların o anki şaşkınlığı ve üzüntüsü var. Allah sabır versin; diyecek birşey yok.
Uzun yazdım biliyorum. Sadece şaşkınlığımı paylaşmak istedim. Dilerim herkes gönlüne göre bir hayat yaşar ve yine gönlüne göre yaşamını sonlandırır. Ben yine de yatağa düşmeden, ağır hasta olmadan, 70 yıl yeter diyorum =P

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Beymen'den 3 elbise ( Çaresizlik'e devam )

Hayatta neler ön plandadır ya da neleri elde etmek isteriz? Sade, huzurlu bir hayat mı; yoksa insanların gözü önünde, parmakla gösterilen şaaşaalı bir yaşam mı? Başarı mı, para mı, aile mi? Yoksa insanların gözünde nasıl göründüğünüz, karizmanız (!) mı?
Herkes farklı yaratıldığına göre, hayattaki amaç ve öncelikleri de farklıdır ama bazı konularda bir genelleme var tabi. Mesela Dolce Gabbana'dan 2 kot almak için genç yaşta ömrünü harcamak -kusura bakmayın- bir salaklıktır. Evinde kaldığınız, zamanınızın çoğunu beraber geçirdiğiniz arkadaşınız size güvenip kredi kartı şifrelerini bile söyleyebiliyorken, siz onun kartını çalıp 15000 ytl'lik alışveriş yapabiliyorsanız bu kıymet bilmezliktir. Kartını çaldığınız insandan ve durumu öğrenip gelen babanızdan kaçmaya çalışırken tanımadığınız insanlara sığınıp, onları kandırarak onlardan yardım istemek zavallılık ve bencilliktir. Hele de yardım dilenirken kimlik ve yüklü miktarda para istemek de yüzsüzlüktür. Yardım dilendiğiniz insanları kandırırken, onlara kartını çaldığı kişiyi suçluymuş gibi anlatmak terbiyesizliktir. Adaletten kaçarken yanlış insanlara güvenip ona göre hareket etmek cahilliktir. Karşı taraf gerçeği anlamışken hala onları arayıp ağızlarını aramak kendini alçaltmaktır. Ve en önemlisi, sadece daha pahalı giysiler giyip artistik yemekler yemek için aileni yüzüstü arkada bırakmak, arkadaşının güvenini hiçe saymak, kaçarken başkalarının da başını belaya sokabilecek kadar bencilce davranmak gerçekten bir aptallıktır.
Evet, bunları o yapmış; Cennet. Bize sevgili olayı gibi yansıtıp asıl gerçeği ört bas etmiş. Şimdi kendisine dava açılmış, her yerde aranıyor. Sevgilisi de sanırsak kızın bu yaptığını biliyormuş. Şu anda hayatı kaydı; o farkında olmasa da. Büyük ihtimalle hapse girecek; ailesinin desteğini kaybetti; eğitimi yarıda kaldı. Allah kimsenin aklını başından almasın.

21 Ağustos 2008 Perşembe

Ben çektim onlar çekmesin...

klasik bir büyük lafıdır: "Ben çok çektim; bari çocuklarım çekmesin." Ne içli bir cümleymiş; son zamanlarda daha bir anladım.
Blog arkadaşlarım sıra sıra staj deneyimlerini yazıyor. Ben de kusur kalmayayım :p Ama benimki biraz sitem dolu olacak sanırım. Staj yaptığım şirketten bunu okuyan birileri varsa ( çok küçük de olsa bu ihtimal 0 değil ), kusuruma bakmasınlar. Gün içinde pek sırası gelmediği için düşüncelerimi yüzlerine söyleyemedim; bari buradan öğrenmiş olsunlar.
Yeni bir ortama girmenin zorluğunu bilirsiniz. Kendinize güveniniz ne kadar tam olursa olsun, istediğiniz kadar girişken ve sıcakkanlı olun, ısınma günleri her zaman işkencelidir bence. Canı isteyince ya da ihtiyacı olunca gereğinden fazla sıcakkanlı, onun dışında ciddi ve soğuk görünüşlü biri olarak herhangi bir ortama alışma sürecinde en çok acı çekenlerdenim sanırım. Aslında genel olarak çevreyle ilgili bir sorunum olmaz, pek yadırgamam farklılıkları ya da eksiklikleri; ama insanlarla samimi olma faslım olması gerekene göre biraz daha yavaş ilerliyor sanırım. Napalım, Allah böyle yaratmış; olmadı mı olmuyor :p
İşte bu tip durumlarda, "yeni gelen" nasıl biri olursa olsun, ev sahibine sorumluluk düşer bence. Kendi çapında cebelleşen bu insana biraz olsun yardım etmek, ortamı öğrenmesini sağlamak, insanlarla tanıştırmak, orada daha uzun süre bulunmuş birisi için bir görevdir. Görevden de öte, zevk alabileceği birşeydir bence. Ne var yani, hem bu arkadaşla doğrudan kaynaşmış olursun, hem o insanın yabancılık çekmesini engellersin fena mı?
Bunu kendimle biraz daha bağlayacak olursam, staj süresince en büyük sorunum bana sadece stajyer genç gözüyle bakılmış olması. Başka şirketlerdeki arkadaşlarıma, onlara gıpta ettiğimi 3 haftadır söylüyorum. Kimsenin hakkını yemeyeyim; hepsi çok iyi, çok şeker, çok geyik insanlar. Ama kendi çaplarında öyleler. İnsanlara korkunç ya da itici mi görünüyorum bilmiyorum. Tamam soğuk olabilirim; ama öyle olmasam da pek farketmeyecekmiş gibi geliyor. Çünkü muhabbet ederken çok iyi, ama bir kişi bile "Gel yemeğe beraber gidelim" demedi; bir organizasyon olduğunda davet etmedi. Yine de doğumgünü kutlandığı haberini veren ya da nispeten sıcak davranan herkese teşekkür ediyorum.
Üniversiteye girerken de bana yol gösteren birisi olmamıştı. Onun için benim arkamdan buraya gelen herkese mümkün olduğunca yardım etmeye çalışıyorum. İleride inşallah işe başladığımda da stajyerleri her gün yemeğe davet etme, onlarla ilgilenme sözü verdim kendime hafta itibariyle :D Yanlış anlaşılmak da istemiyorum; gerçekten ortamı çok sevdim. Çalışanlar için iyi bir ortam; ama stajyerler için psikoloji bozucu olabiliyor ara sıra ( Mesela bugün :S ) Sonuç olarak, stajyer olsam da birazcık daha fazla ilgi-alaka beklerdim sanırım. Kendimi ilgiye ihtiyaç stajyer ve yeni kayıt olmuş öğrencilere adayacağım bundan sonra =)

19 Ağustos 2008 Salı

Dyspraxia & Dyslexia

Bugün hastalık haberleriyle dolu bir gündü benim için. Sabah staja gittiğimde haber okuyordum ki bir baktım sevgili Hayri Pıtır'cığımız beter bir hastalığa yakalanmış: Dyspraxia. Valla geçmiş olsun, Allah şifalar versin kendisine. Hastalık hakkında haberlerdekilerden daha fazla bilgiyi buradan bulabilirsiniz. Ayakkabı bağcıklarını bağlayamamak şöyle dursun, yapacağı herhangi bir işin sırasını karıştırma, bedenini kontrol etmede sorun yaşamak başlıca belirtileriymiş bu hastalığın ve hatta duyusal verilerin değerlendirilme mekanizmasında da probleme sebep olabiliyormuş. Zor şey tabi.
Öte yandan, bir yazı daha okudum ki, bir disleksi hastası hakkında. Disleksi hastalarının başlıca problemi okuma, yazma, matematiksel işlem yapma, mantık yürütmede ortaya çıkan öğrenme bozukluğudur ( Hastalığın tanımı bu ). Onun hakkında da buradan bilgi alabilirsiniz. Ama altını çizmek gerekn birşey var ki, bu insanlar gerizekalı değildir!!! ( Bkz: Einstein, Leonardo da Vinci, Tom Cruise, Walt Disney, vs. ) Aksine normal insanlara göre daha da yetenekli de olabilirler. Okuduğum yazı da böyle yetenekli bir insan hakkında.
İngiltere'de yaşayan bir disleksi hastası vatandaş, üstün el becerisi sayesinde toz zerrecikleri ve şeker kristalleri kullanarak heykelcikler yapıyor; yalnız bu heykelcikler en iyi mikroskopla izlenebiliyor çünkü iğne deliği gibi miniminnacık boşlukların içinde duruyorlar. İnsanlar neler yapabiliyormuş, bir kez daha hayretler içinde kaldım.
İnsanların sanat ya da zevk adına neler yapabileceğinin başka örnekleri de var tabi. Mesela piercing. Hatta piercing ötesi takılar diyelim çünkü bu insanlar aşmış, başka da birşey demiyorum.
Alakasız bir link daha: Blog karıştırırken gördüm bunu da: Sevgiye dair bir yazı. Okumanızı tavsiye ederim; sevginin günümüzde ne olduğunu ve aslında ne olması gerektiğini hatırlatan bir yazı. Şahsen okuyunca ben de kendimden utandım ama bir yandan da mutlu oldum :p

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Çaresizlik...

Telefon çaldı; arayan babasıydı. Cennet bu durumda bir gariplik olduğunu düşündü; zira babası onu sadece görmek için Manisa'dan kalkıp Ankara'ya gelmiş olamazdı. Hemen Yusuf'u aradı; Yusuf'sa sevgilisine rahatlaması gerektiğini, gidip babasıyla görüşmesini söyledi. Ama Cennet'in sezgisi doğru çıktı; babası onu görmeye değil almaya gelmişti.
Babalık görevini yapmaya çalışan bu adam, kardeşinin kocasını da yanına almış, başka bir arkadaşının arabasıyla kızını götürmek için yurda gelmişti. Kızının o tanımadığı Vanlı çocukla ilişkisini istemiyordu; Egeli ailesine yakışmıyordu bu doğulu delikanlı çünkü. Öğleden beri kızının yurttan çıkmasını ya da yurda dönmesini bekliyordu, çünkü kızı durmadan ona, halasına, babaannesine, herkese yalanlar söylüyor, onları oyalıyordu. Hatta adamcağız danışmadaki görevlileri de tembihlemiş, bütün yurtta kızını aratıyordu.
Cennet de tek çare olarak başkasının yanına sığınmayı düşünebildi o anda. Ama hiçbir arkadaşı yurtta değildi. Bir an önce yurttan çıkmalı ya da çıkarılmalıydı görünmeden, ama nasıl??? Teker teker odaları denemeyi düşündü. O arada bir kapıyı çaldı; "Geeel!" sesini duyar duymaz da içeri daldı ve kapıyı sıkıca kapadı. Odanın sahibi kız şaşkın şaşkın bakıyordu Cennet'in yardım isteyişi karşısında.
Elif soğukkanlılığını korumakla beraber, bir yandan da afallamanın getirdiği karışık düşüncelerle boğuşuyordu. Sık sık Cennet'in babasıyla eniştesini kontrol etti camdan, hala orada oturuyorlar mı diye. Bir yandan da çözüm yollarını tartışıyorlardı: Yangın merdiveninin alt kapısı kapalı; Iraklı misafirlerin kılığına girebilmek için 2 tane etek lazım ama sadece 1 uzun etek var; camdan atlasa yüksek; çarşafa tutunsa ayakları kayabilir ve Cennet'in boyu kısa; diğer camlarda kameralar var, anında görüntülenir. Bir yandan yurt görevlileri Cennet'in Elif'in yanında olduğunu öğrendikleri için Elif'in odasına girmeye çalışıyorlardı ama başaramadılar çünkü anahtar kapının üstündeyken dışarıdan kilidi açamadılar.
Cennet babasının telefonlarını açmıyor, halasıyla konuşup kaçabilmek için babasını Bilkent1'e yönlendirmeye çalışıyor, Yusuf'tan azar işitiyor, aynı zamanda da sinir krizleri geçirmeye iyiden iyiye yaklaşıyordu. Danışmada kafaladığı kız da ona yardım edememişti, babası o kızı da kendi tarafına çekmiş, bildiklerini anlattırmıştı büyük ihtimal çünkü Cennet'in Elif'in yanında olduğunu başka türlü öğrenemezlerdi. Cennet'le Elif tanışmıyordu ki önceden! Elif ise hala çözüm bulmaya çalışıyor, bir yandan "Çattık belaya" düşüncesinin ışığında nasıl kurtulacağını düşünüyordu. Çünkü Cennet Van'a sevgilisinin yanına giderken yanına fazla eşya alamıyordu ve Elif'ten haftaiçi bavulunu kargoyla yollamasını istemişti. Kısacası tam anlamıyla bir bela; hele bir de kızı sakladığı için yurtla ve kızın babasıyla başı belaya girerse o zaman herşey tamam olacaktı Elif açısından.
O arada Cennet'in aklına arkadaşı Eda geldi, hemen çağırdı Eda'yı. Eda da hemen geldi yurda, odaya girdi. Gidiş yolları tartışıldı: Bugünkü uçaklar bitmişti, otobüsleri bilmiyordu hiçbiri, Cennet'in çok fazla parası yoktu, babasının polise haber vermiş olma ihtimalinden korkan Cennet Eda'dan kimliğini istiyordu ve tabi ki Eda da kabul etmiyordu; zaten kimlikteki fotoğraf da Cennet'e benzemediği için işe yaramazdı. Ancak Eda'nın bildiği birşey daha vardı: Katın diğer yangın merdiveninin çıkış kapısı açıktı; ayrıca o camdan atlamaktan korkmadığı için Cennet'e de cesaret vermeye çalışıyordu. Tam cam çözümünü denemeye karar vermişken, son kez babasını kontrol etmesi için Eda'yı yolladı Cennet. Eda sadece babasının hala oturduğunu söylemekle yetinmedi; yangın merdivenini de kontrol etmişti ve kapının hala açık olduğu müjdesini verdi. Hemen çıktılar odadan, o arada da bir taksi çağırdılar. Elif adamları camdan kontrol ederken kızlar da yurttan uzaklaştılar ve gittiler.
Cennet taksiye binip gitti; Eda kendi yoluna ayrıldı ama hala bir sorun vardı. Yusuf Eda'ya Cennet'in babasıyla konuşmasını söylemişti. Eda bunu kabul etmedi; Elif de tabi ki. Elif birşeyi daha farketti: Cennet oda anahtarını Elif'e vermeyi unutmuştu; dolayısıyla Elif kargoyu da yollayamayacaktı. Ama asıl sorun şu ki; Elif odaya girince sevgilisinin adresinin yazdığı kağıdı yırtacaktı kimse görmesin diye. Artık çocuğun adresinin de ortaya çıkma ihtimali vardı ki bu daha da büyük bir tehlikeydi Cennet için. Asıl sorun da zaten bu noktada başlardı ki Cennet'in kaçmasıyla başlamıştı aslında.
Elif küçük bir "Ooh!" çekti içinden; stres dolu dakikalar şimdilik bitmişti ve artık işine koyulabilirdi. Bir yandan da başına daha fazla bela gelmemesi için de dua etmeye devam etti çünkü çok büyük ihtimalle yurt görevlileri tekrar Elif'in yanına gelecekti soru sormak için. Sonuçta, kandil günü sevap mı günah mı işledi karar veremezken, pembe dizilerin gerçek olabildiğini yaşayarak görmüş oldu. Sonuç olarak ne ders çıkardığını bir düşündü; o kadar çoktu ki...

-Tahmin edeceğiniz üzere bu yazıdaki karakterler ve kurumlar tamamen gerçektir.-

10 Ağustos 2008 Pazar

Yine üniversite...




Evet önceki lise yazımın benzeri sayılabilir bu sefer yazdıklarım. Bu kez konum üniversite :)
Öncelikle yanlış anlaşılmaya sebebiyet verdiğim için özür dilerim üniversite arkadaşlarımdan; hafiften alınanlar olmuş :D Üniversitedekileri ezmek istemedim; onların yeri zaten başka ama lise de bir farklı bunu herkes bilir. Şimdi bu yazıyla gönül alacağımı düşünüyorum.
Sanırım bazı şeylerin değerini anlamam için önce kaybetmem ya da onlardan uzak kalmam gerekiyor. Psikolojik analiz yapmak gibi olmasın ama, malesef geç kaynaşan ya da bazı şeyleri önce karşıdan bekleyen biriyim. Ama sonuçta kaynaştım mı gayet de güzel oluyormuş =)) Üniversitenin ilk yılı sıradandı, çok ahım şahım bir eğlence yoktu sanki. Daha doğrusu güzeldi ama sanırım yeterince alışmamıştık birbirimize. İkinci sınıfta bu bağlılık birden artıverdi, zirveye doğru tırmanışa geçti ( zirve neresi henüz bilmiyorum ). Beni sevindiren de bu, gerçekten beraber mutlu olmak birileriyle. Zamanı nasıl geçtiğini anlamamak, birşeyler konuşmak, tartışmak, öğrenmek, paylaşmak...
Bugün de üniversite arkadaşlarımla bir toplaştık tahmin edeceğiniz üzere. Sevgili blog kardeşimiz, bölüm arkadaşımız, bağlama sanatçımız Saygın'ı uğurlamak bahanesiyle bir araya geldik. Ve bazı gerçekler dank etti bana: Seviyorum bizim CS grubunu ya =)) Aslında çok eğlenceli ve çok iyi insanlar kombinasyonuymuş bizimkiler :p ( Bunun zaten farkındaydım da bugün daha daha bir farkına vardım ). Saygın'ın veda yazısı bu topluluğu daha güzel betimliyor; merak edenleri oraya yönlendireyim :)
Ya bilmiyorum; anlatması pek kolay değil ama gerçekten güzel birşey ya birşeyler paylaşmak. En önemli sınava birkaç saat kala kağıt falı bakmak, moralin bozuk olduğunda en yakın arkadaşına sarılıp ağlamak, "yaa benim canım tatlı istiyo" deyip bir sürü tatlı siparişi vermek ve diğer bir arkadaşını keklemek suretiyle çağırıp beraberce tıkınmak;), oturup birşeyler içerken hararetli dedikodu tartışmaları yapmak:), çimlere boylu boyunca serilip boş boş kahkahalar atmak corg sınavı çıkışında, ya da fasılda bir ağızdan bağıra bağıra şarkı söylemek ve kendi repertuarını oluşturmak sıradan görünse de aslında insanın değerini bilmesi ve tadını çıkarması gereken güzellikler bence.
Yazılarımın artık aynı tadı vermeye başladığının fazlasıyla farkındayım ama yine de bunları yazmazsam rahat edemezdim; onun için artık sıkılanlardan özür dilerim ( tabi sıkılacak kadar sık sık okuyan varsa :D ) Söyleyecek fazla birşeyim yok. Sadece yanlarında olmaktan son derece zevk aldığım tüm bölüm ya da okul arkadaşlarıma teşekkür ediyorum, benim de yanımda oldukları için :) Burdan da selamlarımı iletiyor, diğer yarışmacılara başarılar diliyorum :p Umarım bu güzel grup hiç bölünmez, daha da bir sıkı fıkı olur =) Çünkü bu arkadaşlıklar da ömrünüz boyunca hep sürmesini isteyeceğiniz cinsten...

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Yine yeni lise...

Arkadaşlar... ekine köküne ayırırsak "arka-daş". TDK da uygun tanımı yapmış sözlükte. Hayatımızın her kesitinde bu tanıma uygun insanlar oluyor, kimi zaman bazıları ön plana çıkıyor ama sonuçta o tanıma girenler genelde o özelliğini koruyor. Şimdi kimse alınmasın ama, şöyle bir geriye ve şimdiye baktığımda birçok yakın arkadaşım oldu ve hala da öyleler; ama lisedekiler bir başkaymış bunu anladım. Üniversitedekiler de apayrı ama üniversitedeki bu gerçek arkadaşlar sınırlı sayıdaysa, lisedekilerin sınırlı hali bile daha fazla. En önemlisi ordakiler ne olursa olsun daha sıcak geliyor bana.
Yatakhane arkadaşlarımla paylaştıklarımı birşeyle kıyaslamama gerek bile yok. Ama asıl güzel gelen, okul zamanı özel bir yakınlığım olmadığı halde uzun süre sonra bir araya geldiğim arkadaşlarımla eskisinden de samimi olabilmem. Arada kötü birşeyler geçsin ya da geçmesin, aylar sonra tekrar görünce her gün görüşüyormuş gibi sıcak ve samimi muhabbet edebilmek çok hoş birşey.
Birkaç gün önce lise sınıf arkadaşları olarak toplaştık. Bu kadar sevindirik bir şekilde böyle bir yazı yazmamın sebebi bu :) İnsanın bir yandan büyüdüğünü hissedip bir yandan da gerçek arkadaşlığın tadını alması harika birşey. "Hadi kalkın şuraya gidelim" deyip arabaya atlamak, onu beğenmeyip başka yere gitmek, ciddi muhabbetlere girmek ya da geyik yapmak, ama en güzel tarafı bunu üniversitedeki şimdiki arkadaşlarınla değil de eski arkadaşlarınla topluca yapabilmek... Karar verdim, herkesle bağlantımı sıkı tutmaya çalışacağım; ilkokul arkadaşları dahil :D İlkokul arkadaşlarınla yıllar sonra yapılan msn ve facebook geyikleri için ayrı bir yazı yazarım daha sonra =P
Bu yazıdan alınabilecek tek ders: -Özellikle bunu okuyan lise öğrencileri varsa dikkat etsin- Arkadaşlarınızın değerini bilin. Onlarla geçirdiğiniz zamanın güzelliğini başka birşey sunamaz.

Zamanın yetmediği an

Geldik 19'umuza... Artık bir iş deneyimi zamanı geldi de geçiyordu ki, üniversite müfredatı bu boşluğu zorunlu stajla doldurdu. Ama bu staj sadece tecrübe boşluğunu değil, boş diyebileceğimiz herşeyi dolduruyormuş meğer :S
Okulunu bitirmiş, işe başlamış insanların hayatlarının bu kadar rutin ve zamanlarının bu derece az olabileceğini düşünmemiştim. Tamam sabah 8 akşam 5 mesai, sabah ve akşam yolda geçen süre bilmem ne derken kendimize ayırabileceğimiz vaktin azaldığını biliyordum da, bu kadar da kötü beklemiyordum açıkçası. Sabahın köründe kalk yollara düş, akşam saati yurda dön, yemek yap, azıcık dinlen, e bir de uykumu alayım niyetine girdin mi tamam işte gün bitti. 24 saatten geriye kalan boş vakit anca 3-4 saat; hadi olsun 5. Bir film izledim yemek yiyip dinlendikten sonra, tamam işte kaldı 1 saat bana. Onda da kitap okurum geçer hemen. Hadi ben tek başımayım, aileyle geçirebilecek vaktim yok. Evde olsam yine annemin babamın yüzünü göremeyecektim heralde. Şimdiden acıyorum kendime 2 sene sonrası için.
Yine de sevdim bu staj ya da çalışma olayını. Arkadaş ortamı gibi bir sıkıntın olmazsa sıkıcı değil aslında ( Benim etrafımdaki kübiklerin sahiplerinin hepsi izinde )): ) İlerleyen günlerde daha da iyi olacağını düşünüyorum. Ama 3 günlük deneyimime dayanarak istediğim tek şey şu: Çalışmaya başladığımda rahat bir ortamda olayım, hayatım rutin olmasın, kendime yeterince zaman ayırabileyim. Yeterince kapsamlı bir dilek oldu sanırım :p

27 Temmuz 2008 Pazar

Küçük görünen büyük şeyler

Şanslı olduğumu bir kez daha hissettim. Sıradan görünen, aslında çok önemli olan birşey sayesinde: Ailem. Her gün şükretmem gereken birşey aslında bu. Kendi hayatlarını boşlayıp sadece sizin için çabalayan, ufacık bir karın ağrınızda aklı çıkan, haber alamadı mı çılgına dönen, hala yanıbaşınızda olan bir anne-baba...
Herkesin ailesinin değerini bilmesini istiyorum. Annesine sarılmasını, babasıyla dertleşmesini, abisiyle top oynamasını, kardeşine çikolata almasını, ablasıyla giysilerini paylaşmasını istiyorum sadece... Hiçbiri imkansız değil...
Tüm Büyükcanlar'ı sevdiğimi bir kez de buradan dile getirmek istiyorum =)

20 Temmuz 2008 Pazar

Neden aşık olurmuşuz

Odada oturmuş sıkılmaktayken arka planda çalan türk filmi müziklerinden esinlenerek, "neden aşık oluruz?" sorusunu bir araştırayım dedim. Açıkçası, sorunun cevabının yanı sıra, aslında bariz olan ama kabullenmek istemediğim sonuçlar bile aldım.
Mesela, bir yerde aşkın özünde kendimize olan aşk olduğu yazıyor. İnsanın ufak bir iyilik yaparken bile farkında olarak ya da olmayarak kendine de yarar sağladığını düşünmesi, her davranışında ufak çaplı bir bencillik -daha doğrusu kendi çıkarını da gözetmek- sergilemesi gibi, aşık olurken de karşımızdaki gibi kendi mutluluğumuz da ön planda. Asıl istemeyerek de olsa kabullendiğim, "kompleksler beğenileri, beğeniler ise aşık olduğumuz kimseleri belirler" fikri. Genelde hayran olduğumuz insanlar bizde olmayan vasıf, mevki ya da mallara sahiptir; güzellik, zenginlik, başarı, sosyal çevre, vs. E aşk da hayranlık ya da beğeniyle başladığına göre doğru bir yorum bu sanırım. Ama şuna kompleks değil de beğeniler, aranılan özellikler falan gibi yeni etiketler yapıştırsak daha hoş olur bence.
Bir de ilgimi çeken başka bir nokta: Aşık olduğunu sanmak. İki günde birbirine "Aşkooooooom" diye hitap edenlere son derece uyuz olan biriyim ve bu tabiri caizse gerizekalı mahlukların aslında aşık olmadıklarını bildiklerine eminim. Onun dışında bir görmekle aşık olduğunu zannetmek vardır ki, bunun da bir açıklaması sevilmeyi istemek ve sevmeyi sevmek. Yani aslında hoşlandığı ve hatta bunun farkında olduğu halde kendini fazla kaptırmak durumu çünkü aslında bu olay aşık olmayı, sevmeyi ve sevilmeyi istemektir. Özellikle de yeni biten ilişkinin ardından içine düşülen boşluk sebebiyle daha sık gözlenen haldir bu.
Bir de soruma bilimsel açıklama yapan 150 dk'lık National Geographic belgeseli var ki, henüz izlemediğim için buna yorum getiremeyeceğim. Yine de, açıklaması ne olursa olsun, kimileri ağzı yanıp üfleyerek yediğinden gözümü korkutsa da, şahsen güzel bir duygu olduğunu düşünüyorum aşkın. Ama onun öncesinde, hoşlanma hissi bile gayet güzel ve eğlenceli =)

Mutluluğu taştan çıkarmak...


Hayatın güzelliğini her zaman görür müyüz? Yaşıyor olmanın verdiği zevki her zaman tadar mıyız? Sıkıcı bir cumartesi gece çimlerde tek başınıza otururken, keneli olma ihtimali olan bir kedinin sırnaşması dudaklarınızda bir tebessüm belirtir mi?
Yaşamayı sevmek güzel birşey... Moralinizin en bozuk olduğu anlarda karamsarlığa daha fazla kapılmak yerine kendimizi rahatlatacak birşeyler yapmayı seçebilmek bence çok özel bir yetenek. Yapayalnız olduğunuzu düşündüğünüzde, derdinizi anlatacak ya da beraber dışarı çıkacak birini bulamadığınızda içinizden sıkıldığınızı yüz kez tekrarlamak yerine kendi kendinizin doktoru kimliğine bürünüp sokağa fırlayabilmek kimimize göre zor olduğu gibi, aslında yaşamayı sevip her anın tadını çıkarabiliyor olmak demek. Serin bir yaz gecesi dondurma yerken temiz havayı solumak, şehrin ışıklarını izlerken düşüncelere dalmak... Bu düşünceler çeşit çeşit olabilir: Yakın zamanda bitirdiğiniz işkenceli ilişkiniz, beklediğiniz gibi gelmeyen notlar, gittikçe boşalan cüzdanınız, cuma günü patronunuzla yaptığınız tartışma, eşinizle yemek yerkenki didişmeniz; ya da geçen gece yeni tanışıp hoşlanmaya başladığınız kişi, hoşlandığınız kişinin de size ilgi gösteriyor olması ya da bunun hayali, eski bir arkadaşınızla Starbucks'ta kahve içip dertleşmeniz, kuzeninizin size ve kardeşinize aldığı aynı model farklı renkli tişört, hesabınıza yatan yüklü miktarda para... Bunlardan hangilerini düşüneceğiniz de sizin seçiminiz. Eğer o anın biraz daha zehir olmasını istemiyorsanız - ki ben öyle yapıyorum- ikinci grubu tercih edersiniz.
Dün gece odamda salak salak oturmaktan bunaldığım anda bana kendi psikoloğum olabileceğimi hatırlatan Utku'ya, birkaç gün önce Amelie film müziklerinden les jours tristes' i yollayan Uğur'a ve tanımaktan mutluluk duyduğum herkese teşekkür ederim. Bir de içinizi kıpır kıpır edip sizi ağzı kulaklarında bir moda sokan j'y suis jamais alle'yi dinlemenizi tavsiye edebilirim. Umarım hayatım boyunca Pollyanna ya da yukarıda posterini gördüğünüz filmdeki Ayşecik gibi manyaklaşmadan, küçük şeylerden mutlu olabilme yetimi korurum.