30 Eylül 2008 Salı

Her türlü

Bu sefer daldan dala atlayacağım; hazır olun. Belirli bir konum yok. Sadece bugün aklımda kalanlara değineceğim madde madde.
1) HERKESİN MÜBAREK RAMAZAN BAYRAMINI KUTLUYORUM =) Herkesin sevdikleriyle, gönüllerine göre nice mutlu bayramlar geçirmesini diliyorum.
2) Geçenlerde Turkcell'in iPhone partisinde sıra bekleyenler: Size geçmiş olsun; sizin verdiğiniz paranın çok daha azına ben de alacağım o telefonun aynısını. Pardon aynısı değil. Özellikleri aynı, tek fark adı: Phone! Eveeet, benim bir "phone"um olacak =D Asıl adı Hi-phone, ama telefonun üstünde "phone" yazıyor (Yazmasa bilmeyeceğiz onun telefon olduğunu sanki.) Pek de ucuz; ama asıl karizması adından geliyor.
-Telefonunun markası ne?
-Phone.
Kulağa ne kadar hoş geliyor. Hele de anlamını düşününce. Elimdeki telefonun markası telefon. Daha fazla saçmalamayacağım ama cidden çok hoşuma gitti :)
3) İftar çadırlarındaki izdihamı görünce köpekleri hatırladığını dile getirmek nasıl bir insanlıktır? Oruç tutmayabilirsiniz, oruç tutulmasını saçma bulabilirsiniz, iftar çadırlarında oluşan izdihamdan rahatsız olabilirsiniz, hatta bazı vatandaşlarımızı kendinizden alçak da görebilirsiniz-ona bile tamam-, ama bu insanlara "köpek" demek kimseye yakışmaz. Hele de bir gazetede köşe yazısı yazan birinin kesinlikle yapmaması gereken birşeydir bu. Topluma örnek olması gereken ya da çalışmaları kitleleri etkileyebilen kişilerin daha dikkatli olmasını istiyorum sadece. Bu dini ya da siyasi görüş meselesi de değildir ki. Sadece insana saygıdır biraz, terbiye meselesidir.
4) Okulu bıraksam mı diye düşünüyorum. Aslında tam tersine bana ihtiyaç da olabilir ama kasasım da gelmiyor. Niye mi? 2010'da 3. Dünya Savaşı çıkacakmış =D Ya "Amaaan dünya işi, nasılsa dengeler değişecek" deyip hayatı boşlamalıyım; ya da savunma sanayii işine girerek savaş zamanı biraz işe yaramalıyım. En iyisi bunu da gidip Vanga Teyze'mize sorayım; o bana yardımcı olur. Ya aslında dalga da geçmek istemiyorum ama, bu habere sanırım temcit pilavı muamelesi yapılıyor. Yoksa ben de korkmadı değilim hani.
Özetle bugün ne anlattım? Ben de bilmiyorum. Ne öğrendim? Çin'in sahteciliğinden korkulur ama isim bulma yeteneklerinden korkulmaz. Bir de, Allah kimi insanlara akıl fikir versin. Sonuç olarak; bayramınız kutlu olsun :)

26 Eylül 2008 Cuma

Sanalım, sanalsın, sanal...

Yıl 2008, teknoloji çağındayız. Yaşamlarımızı da bu teknolojik gelişime fazlasıyla adapte etmiş durumdayız. Nasıl mı? İlk örneğim ekşi sözlükten alıntı:
Konu: teknoloji çağı
Tanım: 4 yaşındaki yeğenim Zeynep'e kendisinin de rolü bulunan rüyamı anlattıktan sonra,
"rüyanın fotoğrafını çektin mi?" diye sormasıyla içinde bulunduğumuzu fark ettiğim; kıyamete yakın zamanlar...
Artık veletler de bunu kabullenmiş durumda. Kuzenimin kızı henüz 5 yaşındayken (okuma yazma bilmiyorken yani) msn'e giriyor, bağlanamazsa sorun gideriyor, gelen dosyaları kabul ediyordu. Gerçi bu biraz da çocukların öğrenme hızıyla da alakalı olduğu için irdelemeyeceğim.
Bir diğer örnek, sanal ilişkiler. Ya neden internetten sevgili bulunur? İnternette geyik yaparsın, forumda sözlükte muhabbeti ilerletirsin hepsi tamam da şu aptal dating sitelerinden sevgili bulanlara açıkçası hayranım. Neden yüzyüze görüşebildiğin insanlarla zamanını geçirmezsin? Daha iyi ve sağlıklı tanıyabileceğin insanlar varken neden webcam aracılığıyla tanışmak için kasarsın kendini? İnternette tanışıp uzun süreli ilişkileri olanlar da var biliyorum; ama ben yine de karşıyım böyle bir olaya. Bir kere böyle tanıştığım birini ciddiye almam bile biraz zaman ister; çünkü o maça geriden başlamıştır zaten. Bir derste internet aşklarını tartışırken bir arkadaşımız bunu savunmuştu bize (kendi sevgilisiyle öyle tanışmıştı). Şahsen tatmin olmamıştım ben de herkes gibi. Sonuçlar her zaman kötü olmasa da başlangıcı için geçerli sebep bulamıyorum. Bari aşkları nete düşürmeyin ya bu şekilde.
Bu dating sitelerininde yeni bir boyut daha var tabi: facebook. Evet, facebook da ayağa düştü. Mark Zuckerberg zamanında niye yapmış bunu? Tanışan insanlar ya da aynı okul öğrencileri arasında bir iletişim sistemi olsun demiş. Gidip de kız meraklısı tipler (o uygun sıfatı yazmayacağım) onu bunu eklesin diye değil. Sırf bu yüzden ismimi kullanmaya çekinir oldum sağda solda. Burada yazdığım yazıyı beğenip, facebookta beni aratıp mesaj yazan, "sizinle tanışmak istiyorum" diyebilen zihniyete buradan da cevabımı vereyim: Boşver beni tanıma istemiyorum, oku yeter!
Feysbuk demişken, bir çeşit facebook kullanıcısına daha değineceğim. Kimi arkadaşlarıma bu insan tipini ve rahatsızlığımı anlatmıştım, onlar anlayacak kimden/neden bahsettiğimi. Bu tip şahıslar birkaç tane ortak arkadaşının olduğunu görüp de tanımadığı insanları listesine ekler. Bu eklenen şahıslar da genelde kabul eder bu talepleri; "aaa ortak arkadaşım varmış, aynı okuldayım, ayıp olmasın, vs" gibi sebeplerle -pişman olacaktır, o ayrı-. Tabi artık o kişiyi gördüğünde selam vermesi gerektiğini düşünen "eklenen arkadaş", selamına karşılık alamadığını görünce sinir olur. Hatta bir gün yanyana oturduğunda ya da gözgöze geldiğinde muhabbet etmeye çalışınca, "ekleyen şahıs"ın onu değil tanımak, hiçbir şekilde hatırlamadığını farkedip "hay dilimi ve elimi eşek arısı soksun" demekten de kendini alamaz bu eklenen arkadaş. Eve gider bakar, ekleyen şahıs hala eklidir facebookta; daha da bir sinir olur tabi. İşte böyle facebookta ekleyip de sonra tanımazlıktan gelenlere acayip derecede doluyum. 15 tane ortak arkadaşımız var diye tanımadığım birini niye ekleyeyim ben ya? Hadi ekledim, neden o kişiyi tanımazlıktan geleyim? Ya ben bu tanıdık-tanımadık ayrımını fazla abartıyorum; ya da cidden insanlar daha karizmatik, daha sosyal görünmek adına komikleşiyorlar.
Bu kadar eleştiri yapmışken bunu da söyleyeyim de tam olsun: Lisedeyken ya da ortaokuldayken bir kere bile doğru dürüst muhabbet etmediği kişileri üniversiteye gidince ekleyenler de bana ilginç geliyor. Ben de çoook eski arkadaşlarımı ekliyorum tabi ki, ama hepsiyle kesinlikle az ya da çok muhabbetim olmuştur bir şekilde. Benim garipsediğim, eski okulda bir kere bile konuştuğunu görmediğim insanlar. Herkesin facebook kullanım anlayışı benimle örtüşecek değil ama, o bahsettiğim insanlar da nedense bana daha çok arkadaşı olsun diye kasıyormuş izlenimi veriyor.
Varacağım sonuç gayet net: Hayattaki ciddi, önemli ve güzel şeylerin bayağılaştırılmasına, bazı değerlerin yozlaştırılmasına ve insanların bazı takıntılarını -"merak" deyip biraz daha ılımlı hale getireyim- açıktan açığa çaktırmasına karşıyım. Bari çok arkadaşım olsun derken makul olanları ekleyin de çok sırıtmasın =P Bir de birisiyle birşeyler paylaşmak istiyorsanız bu kişi gözlerine bakarak tanıdığınız biri olsun, yolladığı smileylere göre değerlendirdiğiniz değil.

Dağarcığınıza yeni ve güncel sözcükler

Son zamanlarda hep iç sıkan ya da fenalık getiren
yazılar yazdığıma göre, biraz saçmalamanın
zamanı geldi artık.
Terimler bir e-postayla geldi bana.
Buraya yazmazsam çatlardım.


Çayyaş:
Sabahtan akşama kadar çay içen bağımlı kimse. Türkler kahveden
çok çayı severler.

Dekılte:
Görgüsüz, kıro erkeğin ipek gömleğinin önünü derin açarak
sergilediği kıllı ve altın kolyeli göğsü.

Duşunur:
Duş alırken gelen ilhamla ülke sorunları, hayatın anlamı
veya benzer derin konulara kafa yoran ve özgün fikirler üreten
entellektüel ve temiz kimse.

Cinekolog:
"Kızım senin içine cin girmiş" diyerek cinsel tacizde bulunan
hoca, üfürükçü

Kankamatik:
Yolsuz kaldığınızda borç para aldığınız yakın arkadaş.

Efemdi:
Davranışları ve sözleri kadınsı olacak kada nazik, yumuşak
ve ince erkek.

İçerdöver:
Her akşam bir yerde içip, eve zil zurna sarhoş gelip
karısını, çocuğunu döven hayırsız koca, kötü baba, zayıf karakter.

Sinirbaz:
Nasıl olduğunu anlayamadığımız ve çözemediğimiz bir şekilde,
sizi her defasında sinirlendirebilen özel kimse.

Hafızapping:
Br şeyi hatırlamaya çalışırken hafızanızda attığınız hızlı tur.

Lafıza kaybı:
Söyleyeceğiniz sözü unutmanız.

Markalemun:
Saç şeklini ve rengini üzerindeki marka giysiye göre değiştiren,
dış görünüşe fazlasıyla önem veren boş insan.

Jeloğlan:
Saçlarına bir kutu jöleyi sürmeden asla insan içine çıkmayan,
görünüşüne aşırı düşkün genç erkek.Derler ki uzun süreli jel
kullananlar sonunda "jeltoş" olurlarmış.

Keşportacı:
Sokağa tezgah açmış uyuşturucu satıcısı.

Shopşal:
Büyük alışveriş merkezlerine gidip saatlerce aylak aylak dolaşan,
mağazaların önünde dakikalarca dikilip boş boş vitrine, içerideki
bayan görevlilere bakan işsiz güçsüz alık kimse.

Tükürükçe:
Konuşurken ağızlarından çok fazla tükürük saçan kimselerin ana
lisanı.

Zırvana:
Aptallığın en açmış noktası. Zırvanın zirvesi ve nirvanası. Salaklığın
ulaşılabilecek en üst seviyesi.

Tembesil:
Çok zeki olmamasının dezavantajını çok çalışarak kapatacağına,
bütün gün yan gelip yatan tembel ve akılsız öğrenci, kimse.

Notlakçı:
Üniversitede derslere girmeyen, sınavlara başkalarının notlarından
fotokopi çekerek hazırlanan beleşçi ve hayta öğrenci.

Kampüsırık:
İş hayatından korktuğu için bütün eğitimi boyunca kampüsün
içinde saklanan, bu nedenle de şirketleri ve iş ortamını tanıma
fırsatını kaçıran üniversite öğrencisi.

__,_._,___

24 Eylül 2008 Çarşamba

Karşılıklı Hoşlaşmamalar

Çevremde olmalarından memnun olduklarıma...

İnsan olmanın bir getirisi sosyalleşmek. Daha asırlar öncesinden, hayatta kalabilmeye tek çözüm bir arada olmakta görülmüş, insanlar bir araya gelip beraber yaşamış. Kendilerine göre köyleri, şehirleri, devletleri olmuş. Tabi o uzun yılların sonrasında günümüze gelince sosyallik kavramı birazcık daha dallanıp budaklanıyor.
Dünya nüfusu milyarlarla ifade ediliyor; Türkiye'ninki de yetmiş milyonu aştı. Kendimizi merkez alıp çevremizdeki insanları bir düşünecek olursak, meydana az buz bir rakam çıkmaz tahminimce. Peki bunların ne kadarı gerçekten sosyal çemberimiz içinde olmalı? Aslında bu soru yanlış oldu. Değişik insanlar tanımak, farklı kültürlerden ya da ortamlardan arkadaşlar edinmek ufku ne kadar genişletir biliyoruz. Buna rağmen, bazen "Ay tanımaz olaydım" dediklerimiz de olmuyor değil. Kimse inkar etmesin, bence pişman olmasanız bile, tanımasam da birşey farketmezdi diyeceğiniz insanlar vardır en azından, sevgi böcüğü olmanın alemi yok burada.
Bazen bakıyorum çevreme, nadiren ya da sık sık bir araya geldiğim insanlara. Her türlü olabilir bu, iş arkadaşı, sınıf arkadaşı, arkadaşının arkadaşı, komşu, akraba, öğretmen, aşçı, kantinci, vs. Açıksözlü olmak gerekirse, ara sıra "Başlarım böyle sosyalliğe, dağda tek başıma yaşasam iyi" dediğim oluyor =P Hoşlaşmadığımız insanlarla bir arada olmak zorunda kalıyoruz çoğu zaman. Eh, bundan kaçış yok, yakın çevrem dışındaki herkesi seçemiyorum malesef. Peki bu ısınamadığım insanlarla beraberken napıyorum ve ne yapmalıyım? Eheheh işte olayın güzel kısmı bu: Süper biri değilim, örnek insan olmadığım da aşikar. Bu insanlara soğuk davranmaktan kendimi alamıyorum açıkçası (Hatta uyuzluk yaptığım da oluyor bazen :p). Şahsen kendimi almayı da pek düşünmüyorum. Eğer ben kendimi sınırlamadan, beden dilime ve beynime söz geçirmeye çalışmadan serbest davrandığımda bunları yapıyorsam, demek ki içimden gelmiyor bu kadar basit. Zorla mı canım cicim moduna girmeliyim? Tabi ki hayır; bir kere kendini sıksan da olmuyor bir yerden sonra. Tabi bunun sonrasında ne mi oluyor? Zincirleme sürüyor bunlar. O malum insanlar da bana benzer şekilde davranıyor, onlar da bana saygısızlık yapabiliyor bazen. Peki ikinci güzel soru: Benim umrumda mı? Bazen üzülsem de, net bir hayır! Bir kere ben ona saygısızlık ya da uyuzluk yapmışsam ben de aynını hak etmişimdir zaten. Ama seviyeli ilişkiler çerçevesindeyken de soğuk rüzgarlar eserse ya da o insanlar beni rahatsız ediyorsa yine de, onların benim hakkımda ne düşündüğü bayağı bir geri planda kalıyor. İlk güzel soru çiftime döneyim. Peki ne yapmalıyım bu tip durumlarda? Tamam, yanlış hareketler yapmayacağım mümkün olduğunca; ama bazen dalga geçmek ya da o çok ünlü buz bakışlarımı atmaktan da hiç ama hiç çekinmem. Eğer birisini sevmiyorsam, oyun oynayacağıma hissetsin çok daha iyi (ki çok da güzel hissettiririm =P). Ben böyleyim, kimse de kusura kalmasın.
Hepimizin gözü kulağı var, az çok anlarız hakkımızda ne düşünüldüğünü ya da ne hissedildiğini ses tonlarından, bakışlardan. Ben buz bakışımı atıyorsam, onlar da bana göz deviriyor belki. Bu durumda kim kimin umrunda? Olması gereken, bu soğukluklara aldırış etmeden, işini görmek ya da ortamı soğutmadan zaman geçirmek ve mümkün olduğunca kendini tutmak. Tabi bir yandan da sadece kendi yoluna bakmak. Eh arada minik dedikodular da kaçabilir, insanlık hali ama sonuçta etik-ahlak-huy derken kimse kötü insan olmak istemiyor. Yine de, karşımdaki ne kadar hoşlanmazsa hoşlanmasın benden, ben böyleyim; rol de yapamam. Birisini seviyorsam o onu hisseder gerek konuşmam, gerek bakışım, gerek geyik yapmamdan; bu da bir o kadar aşikardır.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Bir rahatlama yazısıdır:

İnsanoğlu ilginç bir yaratık. Gayet neşeli bir havada olup espriler patlatabilirken birkaç dakika sonra sessizleşip depresifleşebilmek küçümsenebilecek bir beceri değil.
Sahip olduklarımız için şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum öncelikle. Bugün en yakın arkadaşımla yolda yürürken artık rutinleşen istek sıralama faslımızı gerçekleştiriyorduk ki, bir an durdum ve şükretmem gerektiğini farkettim. Listemizde araba, iyi bir iş, mesleki başarı, iyi bir not ortalaması, kriterlerimize uygun bir sevgili, vb. seçenekler vardı. Önemli olan şu ki, -çok şükür- sağlık, bir kap yemek, bir dostla rahat bir muhabbet, sığınacak bir ev yoktu. Aslında bir insanın isteyebileceği çoğu şeye sahibiz çünkü, ya da sahibim. En azından elimdekilerle mutluyum, her ne kadar daha fazlasını istemeye devam etsem de. Elbette ki daha iyilere ulaşmaya çalışacağız; ama elimizdekilerin kıymetini unutmadan. Belki bazılarına sahip olurken diğerlerini elde edemeyebiliriz. Yine de bu hayatı bırakmak ya da moral bozmak için bir bahane olmamalı.
Bunları yazdım yazdım da sanki ben çok mu uyguluyorum bunları? Malesef hayır; arada bir aklım başıma geliyor işte o kadar. Hatta komik olan şu ki başta da belirttiğim gibi en keyifli anlarımda bile birden yüzümdeki ifade değişebiliyor, kendi kendime moralimi bozabiliyorum ortada bir sebep yokken. Ya da uydurma sebepler yaratarak. Belki birçok insanda oluyor bunlar, bilemem kimsenin iç dünyasını. Kimi zaman resimlere bakıp "Bu ben miyim?" diyorum, ya da aynanın karşısında. Bazen çevreme bakıyorum ve kendimi gözlüyorum; "Gerçek Elif bu mu?" diye geçiriyorum içimden. Çoğu zaman istediğim cevabı verebiliyorum kendime, ki önemli olan da bu bence. İnsanın az ya da çok kendiyle barışık olması, kendine birazcık güvenebilmesi, kendini kabullenmesi öyle ya da böyle. Kişisel özelliklerden şikayet etmek yerine ya birazcık kontrol altına almayı denemek ya da bunu özümsemeyi bilmek lazım mesela, aynada gördüğünüz kişinin gerçekten "siz" olduğunu kabul edebilmek için. Kompleksleri de bırakmalı bir kenara. "Arkadaşlarım beni aralarına almıyor" demek yerine daha çok içlerine girmek gerek. "Onlar beni gerçekten sevmiyor; sadece beraber biraz zaman geçiriyor" diye düşünmeyi bırakıp sana gerçekten değer verildiğini kafana sokmak da tabi. Kısacası, kendi değerinin farkına varmak lazım. İlle sosyal anlamda da değil bu; her açıdan böyle. Kötü düşünmenin kimseye bir faydası olmadığını hepimiz biliyoruz da, neden uygulamıyoruz? Neden olumsuzluklara odaklanıyoruz, elimizde olmayanları görüyoruz ve sahip olduklarımızı gözardı ediyoruz? Neden geriyoruz kendimizi, sıkıyoruz değmeyecek şeyler için? Cevap belli, çünkü öyle bir sebep yok ve uygun bir bahane üretmek zor.
Bunları yazmaya başladığımda hiç sebebi olmadığı halde gergindim, kendi kafamda saçma düşüncelerle boğuşuyordum. Birkaç gündür kendime ve çevreme bakıyorum ve düşünüyorum; malzeme de bu şekilde çıktı zaten. Ama yazdıkça yapmam gerekenleri düşündüm ve ihtiyacım olanı bir kez daha keşfettim: Akıntılara karşı koyuşlarımı belli bir seviyeye indirip kendimi sulara bırakmak, sahip olduklarımı hatırlayıp tebessüm etmek (daha fazlasını istemek kısmına yorum yapmıyorum, yapı gereği doyumsuz ve hırslı bir tarafım var). Sevdiklerine daha çok sarılmak, sevdiğini hissettirmek (ah bir de bu kadar ciddi olmasam :S). Başta beni bu konularda düşünmeye itenler olmak üzere tüm sevdiklerime diyorum ki, aynen yanımda olmaya devam edin :p

10 Eylül 2008 Çarşamba

"Hevesim kursağımda kaldı"

İnsan kendi kendine nazar değdirebilir mi? Daha doğrusu olmasını istediği şeyleri kendi eliyle ve istemeden engelleyebilir mi sık sık? Herkeste oluyor mu bilmiyorum ama, bende çokça oluyor malesef.
Kendimi bildim bileli, birşeyi çok istedim mi bir problem çıkıyor. Heves edip heyecanlandıysam, ya karnım ağrır, ya iptal olur, vs. Hiç unutmam; ben 9-10 yaşımdayken Arnavut bir öğrenci grubu gelmişti İstanbul'a ve babamlar ilgileniyordu onlarla. Grupla beraber Tatilya'ya gidecektik ve ben çocuk aklımla çok heyecanlanmıştım. Tabi noldu? O gün acayip derecede karnım ağrıdı, midem bulandı ve sadece atlı karıncayla çarpışan arabalara binebildim. O gün su kaydırağına binememiş olmak içime oturmuştu ve hala da orada oturuyor :p
Bacaksızlık çağı heveslerinden öte, hala aynıyım. Hoşuma gidecek birşeyin olacağını düşünmeye başlayıp heyecanlandım mı, ya o olay olmuyor ya da oluş süreci acayip derecede yavaşlıyor ve ben sinirden çatlıyorum (biraz da tezcanlılığın sonucu). Kısacası hevesimi kendi ellerimle kursağımda bırakıyorum malesef. Sırf bu yüzden kendimi hiçbir şey için hazırlamamaya ya da havaya sokmamaya çalışıyorum. bazen işe yarasa da, olmadı mı olmuyor =((
Diyebileceğim pek birşey yok. Sadece olmasını istediğim ve olacakmış gibi duran şeylerin fazla heyecan yaptığım zaman olmamasına gıcık oluyorum. Dilerim bir gün bu problemi de çözerim ama şu sıralar bu durumdan dolayı üzgünüm; şu ara düzelir mi bekleyip görecez =P

5 Eylül 2008 Cuma

Olmadık bir anda gitmek

Çoğumuz kendimize göre hayaller kurarız gelecek için; ufak tefek ya da büyük planlar yaparız. Temennilerimiz olur; elimizde olan ya da olmayan şeyler için. "Uzun boylu, zeki, mühendis bir kocam olacak", "Göl kenarında iki katlı, ahşap bir evde oturacağım", "70 yaşımdan fazla yaşamak istemiyorum", vs. Evet, ölümle ilgili bile isteklerimiz olabiliyor. Şahsen, elimde bir seçim şansı olmadığını bilmeme rağmen, çok yaşlanıp da yataklara düşmeden, kimseye muhtaç olmadan, hatta yaşlanmadan ölmek istiyorum. İşkenceli de olmasın, trafik kazası falan gibi kısa süreli birşeyde olsun bitsin, "2 gün yatak, 3. gün toprak" felsefesi gibi. Tabi arkada kalanlar için bu kadar kolay olmuyor birisini uğurlamak.
Bizi nerede neyin beklediği belli; en azından ben öyle düşünüyorum. Her ne kadar olayları sebep-sonuca bağlasak bile, bazen "nasıl yani, neden?" diye sormaktan kendimi alamayabiliyorum; işte orada kader kavramı giriyor benim için devreye. Ama konum bu değil, bunları tartışabilecek durumda da değilim. Varacağım nokta şu ki, bazen nasıl ve ne kadar istersek isteyelim, birtakım güçlerin önüne geçemiyoruz sanırım. Ölüm için olmasını dilediğim durumların gerçekleşme ihtimalinin çok düşük olduğunu biliyorum. Hayatın bizi nereye sürükleyeceğini kestiremediğim gibi, nasıl sonlanacağını da bilemiyorum.
Geçtiğimiz günlerde çok çok sevdiğim bir yakınımın babası vefat etti (Buradan Tiryakioğlu ailesine de başsağlığı diliyorum.). Ölüm hepimizin sonu; ama gencecik ve turp gibi bir insanın frenleri boşalmış bir kamyonun kendisine çarpmasıyla vefat ettiğini duymak çok zor. Yarım saat önce eve yeni girmişken tekrar dışarı çıkmayabilirdi. Ya da caddenin karşı tarafına geçmeden yürümeye devam edebilirdi. İhtimaller çok; sonuçta bir şekilde koruyabilirdi kendini. "Olacağı varmış" demekten öteye geçemediğiniz andır işte bu. Belki bu dünyadan giden kişi için istediği bir durumdur, bilemeyiz (malum kimse işkenceli olsun istemez); ama bir de arkasında kalanların o anki şaşkınlığı ve üzüntüsü var. Allah sabır versin; diyecek birşey yok.
Uzun yazdım biliyorum. Sadece şaşkınlığımı paylaşmak istedim. Dilerim herkes gönlüne göre bir hayat yaşar ve yine gönlüne göre yaşamını sonlandırır. Ben yine de yatağa düşmeden, ağır hasta olmadan, 70 yıl yeter diyorum =P