7 Temmuz 2012 Cumartesi

Dertsiz "ağrı"sız bir "Tuska"

Yine 1 ay ara, yine karşınızda ben. Spora gideceğim, sahile ineceğim planları yapan ben, son 2 haftadır bu alınan kararları uygulayamadım. Ama şimdi yine sahnelere dönme niyetindeyim, pardon spor salonuna :)

Ne oldu da aksattın sporu derseniz, geziyor ve gezdiriyordum. Mesela Tuska Air Metal Fest'e gittim (Tuska = Fince "ağrı, acı"). Helsinki'de birkaç yıldır düzenlenen başarılı bir metal müzik festivali kendisi. Biz de yazın buralardayız malum diyerek, nasibimizi aldık tabi. İyi ki de almışız, resmen gözüm açıldı. İstanbul'daki Sonisphere deneyimlerinden sonra Tuska'yı görünce önceden gittiklerimin festival olmadığına karar verdim.


Öncelikle festival alanına girişte kuyruk yok, gayet rahat giriş çıkış yapabiliyorsunuz. İçeri bir tane pet şişe sokmak serbest, alanda bolca çeşme de olduğu için şişenizi doldurup rahatça su içebilirsiniz. İçeride yiyecek içecek kuyruğu da neredeyse yoktu, en fazla 5 dakika harcamışımdır kuyruk beklemek için.


Bir diğer güzellik de oturma alanlarıydı. Abilerimiz çadırların altına bir sürü masa koymuş, rahat rahat oturup da müzik dinleyebilelim diye. Güzel güzel sohbetinizi de edebilirsiniz, nitekim her oturuşumuzda yeni insanlarla tanıştık.


Atlamamam gereken başka bir nokta: Kalabalık değil! Organizatörler köşeyi dönelim diye yüzlerce insanı el kadar yere sıkıştırma çabasına girişmemiş. Sahne önüne rahatlıkla ilerleyip izleyebiliyorsunuz performansları dolayısıyla, sıfır itiş kakış. Türkiye'deki organizasyon şirketlerinin öğrenmesi gereken şeyler var kesinlikle.




Bu sene festival moduna pek girememiştim, ama ona rağmen gayet başarılı bir etkinlikti Tuska benim için. Anahtarlığımı da aldım misler gibi, koleksiyonum genişliyor :) Bakalım seneye nasıl olacak...


6 Haziran 2012 Çarşamba

Asla Yalnız Yeme

En son yazımdan bu yana 1 ay geçmiş, tekrar huzurlarınızdayım. Bu süre zarfında ne yaptın diye sorarsanız, hayatımı monotonlaştırmakla meşguldüm. Okul tatile girince boş vakitlerimde önemli bir artış oldu, ben de gittim spor salonuna yazıldım. Egzersizdi saunaydı derken salonda bayağı zaman harcar oldum. Karar verdim, artık kendimi faydalı işlere vereceğim; daha çok kitap okumak, düzenli spor yapmak, gündemi daha yakından takip etmek ve ilgi alanlarımda daha fazla araştırma yapmak gibi. Kimsenin kimseye hayrı yok, onun için işleri yoluna koymaya başlamak lazım. Görüldüğü üzere yine havaya girdim, bugünkü güneşli havadan olsa gerek.

Spora başlayarak ilk adımı atmıştım zaten. Aylardır okumadığım kitabıma geri dönerek bugün ikinci adımı da attım. Aldım çayımı ve mp3 çalarımı da yanıma, uzandım iskeledeki banklara :) Bundan sonra spora gitmediğim günlerde de sahile inip kitap okuyacağım akşamları (Bkz. düzen kurayım derken tekdüzeliğe balıklama dalmak).


Biraz da kitap reklamı yapayım. Şu an Keith Ferrazzi'den "Asla Yalnız Yeme"yi okuyorum. Çok önce başlamıştım aslında, ama gece uyumadan önce iş dünyasında çevre yapma üzerine İngilizce kitap okumanın ne kadar eğlenceli olacağını düşünürsek devam etmem kolay olmadı tabi. Kitap genel olarak çevre oluşturmanın yararları ve bu süreçte neler yapılabileceğinden bahsediyor. Yazar içeriği daha çok ABD'deki kültüre ve ortama göre sunmuş ama oldukça pratik ve değerli tavsiyeleri var. Eğer "networking" konularına az çok merakınız varsa, kendi şirketinizi kurmak istiyorsanız, ya da en basitiyle kariyeriniz ve günlük hayatınız için insan ilişkileriniz güçlendirmek istiyorsanız, kitabı tavsiye edebilirim.


Ben bu kitabı katıldığım bir iletişim atölyesinde duymuştum, eğitmenimiz şiddetle tavsiye etmişti. Sonra da yakın bir arkadaşım yılbaşı çekilişinde bana bu kitabı aldı, şanslı bir insanım :) O günden beri odama gelen hemen hemen herkes kitabı görür görmez bir duraksıyor, kitabın ismine takıldıkları için. Garip ismine rağmen ben yine de okumanızı öneririm :D


7 Mayıs 2012 Pazartesi

Fin "ÖSS" gencligi

"ÖSS gencligi" desem neler gelir akliniza? 6 yil once o yollardan buyuk ozverilerle gecmis biri olarak benim gozumun onune gelenler klasik: Sabahlanan geceler,  cok soru cozdun mu hocalardan alinan hediyeler, tum testleri bitirilen soru bankalari, adam gibi bir okula gidememe korkusundan dogan sorumluluk duygusu, verilen kilolar ve zayiflayan suratlar. Cok karamsar bir resim cizdigimin farkindayim; ama malesef bunlarin hepsi gercek. En azindan benim bulundugum cevrede cok yaygindi bu durum. Tum bunlardan dolayi "ÖSS gencligi" bu sinav sistemini sucluyor, omurleri boyunca da suclayacak.

Ben de zamaninda tabir-i caizse yaris atina donusturulmemize kizmiyor degilim; insani motive etse bile birilerinin durmadan sizden "subeler arasi birincilik" gibi sacma sapan seyler beklemesi can sikici. Yine de ileride guzel bir okula gidip gelecegi garantiye alma cabasi baskin oldugundan, yarisin ortasinda pes etmek pek mumkun degil.

Gecen gun ise aslinda bunun bize ya da diger bazi az gelismis ulkelere has bir durum olmadigini gordum. Tip okuyan bir Fin kizimizla konusurken duyduklarim hafiften sasirtti beni. Bu Fin kiz tip okuyabilmek icin lisede agir bir hazirlik surecinden gecmis. Bizde de oldugu uzere, tip okulunu kazanmak hic kolay degil Finlandiya'da. Oyle olunca kizimiz lisede cilginlar gibi calismis, ama malesef bu kadar calismak bikkinlik yaratmis ve simdi calismak icin hic motivasyonu kalmamis. Sinav zamani bile kitaplarini gormek istemiyor, dolayisiyla da ya kotu not aliyor ya da dersten tamamen kaliyor. Hatta okulu bir yil dondurmayi bile dusunmeye baslamis, meslek degistirme hayalleri kurmakta su an. Doktorlugun kendisine uygun bir meslek olmadigina inaniyor malesef.

Isvecce konusan Fin birinden bunlari duymak bana ilginc geldi (Bu Isvecce detayini niye verdim diye sorarsaniz, onlar klasik Finlere gore az bucuk daha hayat dolu; en azindan Fince konusan Finler kadar iclerine kapanik degil). Tum o sarfedilen cabaya ragmen mutlu olamamasina uzuldum. Kendim her daim mutlu oldugumu iddia etmiyorum; ben de benzer seyleri hissettim fazlasiyla. Ote yandan da universiteye giris bunalimlarinin evrenselligini gozlerimle gormus oldum. Hangi ulkede olursaniz olun, iyi bir egitim almak icin ek ozveri gerekiyor. Ama tabi bu saskin olmamam anlamina gelmiyor, Finlandiya'da bile boyle stres dolu bir yaklasim olmasini ne olursa olsun yadirgarim. Dilerim universiteye baslayacak ogrenciler secimlerini daha dikkatli yapar ve gelecekleri icin yatirim yapmaya calisirken kendilerini yipratmazlar.


Not: Reklam yapmak gibi bir amacim asla yok amma, lise yillarima damgasini vuran bu kitaplari anmadan(!) edemedim.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Bahar geldi hos geldi

Bahar fazlasiyla guzel geldi bu sene. Gunesli gunleri her zaman sevmisimdir, dolayisiyla her sene bahari buyuk heyecanla karsilayan insanlardanim. Ancak havanin isinmasi bu sene apayri etkiledi beni, uzun karanlik kis mevsimi sagolsun. 

Gec gelen bahari cilgin Vappu'yla kutladik, mutluyuz ve huzurluyuz. Hele bir de Teekkari sapkam var, degmeyin keyfime. Gunler uzun ve gunesli, dersler de bitti gibi, kafami dagitabilmek adina degisik seyler deniyorum son gunlerde; kisacasi bahar bomba gibi geldi benim bu tarafa bu sene. 

Mayis ayina boyle pozitif bir ruh haliyle giris yaptim iste. Ah bir de sarkilar yok mu, sagolsun insani iyice gaza getiriyor :) Bugun yine radyo dinliyordum her zaman yaptigim gibi, bu sefer de alttaki sarki basladi bir anda:

Sarkiyi zaten biliyordum ama o kadar begenmiyordum. Hos hala da cok guzel bulmuyorum ama nakarati bugun tam duymam gerektigi zamanda calindi kulagima: "What doesn't kill you makes you stronger" (Turkcesiyle "seni öldurmeyen sey guclendirir"). Bu aralar malum ozguvenim de tavan yapti gun isiginin pozitif etkisiyle, hal boyle olunca sarkinin sozleri iyice havaya soktu beni :D O anda morali bozuk sevdiklerim gecti aklimdan. Hepsi zor gunler yasadi, kimisi hala yasiyor; ama hala ayaktalar. Maruz kaldiklari sikintilar ise aslinda onlari daha dayanakli yapti, onlar farkinda olsa da olmasa da. Benzer sey benim icin de gecerli tabi. 2 ay oncesine kadar sacimdaki beyaz tel sayisi hizla artiyordu stresten; simdi ise sokaklarda sevgi bocugu seklinde geziyorum :P Enerjimi calan etkenler vardi, neyse ki arinabiliyorum artik.

Kimseye ders ya da tavsiye verecek kadar deneyim sahip degilim, ama su da bir gercek: Gucsuz hissedilen zamanlar cok fazla hayatimizda, dolayisiyla pes etmeye yeltendigimiz zamanlar da. Ama tum bunlarin bize direnc kazandirdigini da unutmamak lazim. Hala mutlu olunacak seyler var hayatta, olumsuzluklara odanmak yersiz. 



Not: Bu nazar boncuklari baharin gelisiyle nesesi yerine gelenlere/geleceklere armagan, basta da kendime :P Bana bu yaziyi yazdiracak ilhami veren dostlara da selam olsun!

20 Nisan 2012 Cuma

Yabanmersini çikolatayla buluşursa...

Son yazılarımda Finlandiya'ya fazlasıyla odaklanmış bulundum, gerek överek gerek yererek. Şimdi yine öveceğim, ama sadece Finlandiya'yı değil. Bu kez İsveç de alacak payını benden.

Kutuplara geldiğimden beri yabanmersini içerikli ürün tüketimim tavan yaptı. Memleketimizde hiç yaygın olmadığını düşünürsek, buna şaşırmamak lazım (yılda 0'dan günde 1'e çıktı oran). İklimin bir getirisi olarak, Kuzey Avrupa'da yabanmersini içeren milyon çeşit gıda mevcut. Sağolsun kendisi öyle güzel bir meyve ki, özellikle çikolatayla uyumu beni benden alıyor. 

Yabanmersini-çikolata ikilisinin farklı bir kombinasyonuna İsveç'te rastlamıştım. Sabah şirin daracık sokaklarda yürürken minik bir çikolata dükkanının önünden geçiyordum ki, dükkanı fark etmemle içeri girmem bir oldu. İyi ki de öyle olmuş, çikolatalı yabanmersini marmeladını keşfedemeyecektim aksi takdirde. Kıvamı biraz garip görünüyor, ama tadı unutturuyor o garipliği. Şimdiki hedefim bundan Finlandiya'da bulmak. Umarım vardır da ben bilmiyorumdur, çünkü hiç yoksa İsveç'e giden birilerini bulmam gerekecek 3-4 ayda bir :)


12 Nisan 2012 Perşembe

Stres giderici niyetine bank sefası

Önceki yazımda ipuçlarını verdiğim üzere bu sefer de bir banktan yola çıkıyorum. Kaç seferdir Helsinki'yi yermekten kendimi alamıyordum, şimdi de biraz öveyim. Hakkını yememek lazım, güzel memleket buralar sonuçta. Çok basit görünse de, bu sıradan bank gibi detaylar sevgimi perçinliyor, çünkü Beşiktaş sahilde yaptığım keyfi bu banklarda devam ettirebiliyorum :)


İyi mi kötü mü bilinmez, ama gerçekten sükunete alışıyor insan burada. Ben zaten oturup kafa dinleme meraklısı bir insandım Finlandiya'ya gelmeden önce, son birkaç aydır iyice duruldum bu yüzden :P Artık hava da yumuşamaya başladı baharın kısmen gelişiyle, yürüyüşe daha rahat çıkılabiliyor. Öyle ki, bugün azıcık hava alayım, deniz göreyim diye dışarı çıktım, 1.5 saat sonra döndüm :D


Tabi soğuğa rağmen sahilde oturmam boşa değil, durduk yere donacak kadar delirmedim :) Oturup denizi izlemek, hele de mümkünse bir iskelede oturmak o kadar rahatlatıcı bir şey ki, bu gidişle her gün 1 saatimi buna ayıracağım. Bizim kampüs de o açıdan çok elverişli, hem güzel bir yürüyüş yolu var yarımadanın etrafında, hem de oturup denizi izleyeceğiniz geniş alanlar mevcut.


Lafı uzatmak manasız. Ne kadar içim bayılsa da sık sık, bir yandan da seviyorum Finlandiya'yı. Kafa dinlemeye fazlasıyla müsait, insanda sinir stres bırakmayan, huzur dolu bir memleket burası. Biraz daha güneş görelim, o zaman benden keyiflisi olmayacak muhtemelen burada. Zaten üstteki fotoların bir de güneşli versiyonlarını koyup, buranın o kadar da korkunç bir yer olmadığını vurgularım başka bir yazımda muhtemelen :) 

11 Nisan 2012 Çarşamba

Sükunete alışmaya başlamışken kalabalığa dalan gencin dramı

Yine karşılaştırma, yine şehirler. Önceki yazım beklediğimden fazla dikkat çekti, okuduktan sonra benim için Beşiktaş sahile yürüyüşe giden takipçilerime teşekkürlerimi sunuyorum :) Şimdi yine şehirlerden bahsedeceğim; ama benim için gidin gezin gibi isteklerim olmayacak yine, içiniz rahat olsun. 


Helsinki'ye haksızlık ettiğimi düşünüyordum, "sıkıcı, bayıcı, ruhsuz" betimlemelerimle. Bu haftasonu bir durup düşündüm, gayet de yerinde yorumlar yapmışım; sözümün arkasındayım hala. Neye dayanarak mı savunuyorum bunu? Paskalyayı fırsat bilip soluğu Stockholm ve Kopenhag'da almam sonucu yaptığım gözlemlere dayanarak. Misal, üstteki foto Stockholm'den, alttaki de Kopenhag'dan.


Stockholm'e sabahın köründe, lapa lapa kar yağarken vardım. Akşam da Kopenhag'a geçeceğim için fazla zaman geçiremedim orada. Kopenhag şehir merkezine vardığımda ise, "ah Elifcan sen anca kendini kandır şehirde yaşıyorum diye" dedim içimden. Sokaklar kalabalık, caddeler nispeten ışıl ışıl, velhasıl hayat belirtisi daha fazla. Yol çalışmaları nedeniyle sokakların görselliğindeki bozulmalara rağmen, daha canlı ve güzel göründü bana bu şehir.


Normalde herşeye kendince mantıklı bir açıklama yapmaya çalışan ben, Kopenhag vs. Helsinki karşılaştırmam için hiçbir nesnel veri sunamıyorum. Sanırım tatilden dönen insan psikolojisindeyim şu an, görülen değişik yerlerden sonra malesef geri dönülen kürkçü dükkanının göze iğrenç görünmesi durumu. Hal böyle olunca Helsinki daha bir sıkıcı görünüyor gözüme 2-3 gündür. Doğruya doğru, gündüz en kalabalık saatlerde bile o şehir enerjisini hissedemiyorum. Sokaklarda yürüyen insanlar var ya da yok, her şekilde aynı donukluk var. Kopenhag'da ise kozmopolitliği açıkça hissediyor insan. Tamam Helsinki'de de birçok ulustan insan ikamet ediyor, amma Helsinki'nin kozmopolitlikle yakından uzaktan ilişkisi yok. Helsinki'de en rahat ağaç buz deniz vs. resimleri çekiliyor :P


Şehrin güzelliğini buna bağlamak tabi ki doğru değil, biliyorum. Ben Bursa'ya da bayılıyorum, orada da şehrin enerjisini hissedebiliyorum, ama Bursa kozmopolit değil. Bursa da bir farklı, ama yine nesnel açıklamam yok buna. Sanırım orada büyümüş olmanın getirdiği sempati ve keyfini istediğim şekilde çıkaramadan ayrılmış olmanın sonucu bir özlem var. 


Belli ki ben şehrin kalabalığını seviyorum genel olarak, Helsinki'yle yıldızlarımızın barışmama sebebi de bu kanımca. İnsan yok şehirde resmen, olanlar da ha bire göl kıyısında yürüyüşe çıkıyor. Kimsenin sporuna lafım yok tabi ama, burada insanın kendi kabuğuna çekilme ihtimali beni deli ediyor. Neyse, ben ne aradığımı buldum: Helsinki'nin doğasını ve güvenliliğini henüz karar vermediğim canlı bir şehir merkeziyle kombine edeceğim :P Bugün bir arkadaşım muhteşem manzaralı bir yere konuşlandırılmış bir bank gösterdi bana, onun da fotoğrafını çekince koyacağım buraya. Hatta yeni yazım onun hakkında bile olabilir, bizi izlemeye devam edin :D

23 Mart 2012 Cuma

Bir İstanbul Özlemi Sardı Başımı

Trafik, kalabalık, daracık sokaklar, keşmekeş... Evet, İstanbul denince akla öncelikle gelen göz korkutucu unsurdan birkaçı bunlar. Yine de İstanbul'u gözden düşürmeye yeterli değil. Nasıl yetsin ki, o güzelim boğaz varken...







Son günlerde İstanbul aşkım depreşti bu sıkıcı Helsinki'de. Özellikle Helsinki diyorum, çünkü zamanımın çoğunu geçirdiğim Espoo'dan daha çok eğlence ve güzellik barındırmasına rağmen tatmin etmez oldu beni bu şehir. Doğasıyla her gün kendine aşık ediyor belki beni bir kez daha, ama İstanbul'un verdiği his bambaşka.





Helsinki iyi hoş amma, yanda fotosunu gördüğünüz uyduruk Lansiväylä'dan her geçişimde denizi izlerken iç çekişim baki olacak sanırım. Hava karardıktan sonra otobüse binmişsem, boğaz köprüsünden geçtiğimi hayal etmekten alıkoyamıyorum kendimi son günlerde. Utanmasam Gökçek'in Ankara'ya deniz getirmesi gibi ben de Helsinki'ye boğaz getireceğim.
En çok da Beşiktaş sahili özlüyorum sanırım. Nesi var oranın demeyin sakın, ben de biliyorum muhteşem olmadığını. Ama akşam iş çıkışı Taksim'den Beşiktaş'a müzik eşliğinde yürümek, sonra sahilde oturup boğazı izlemek, ayaklarının dalgalar tarafından hafiften ıslatılmasına izin vermek, hatta kimi zaman da bir dostunla oturup sorgulamak herşeyi, işten bunlar bana İstanbul'u gerçekten özletenler.



Tabi durduk yere İstanbul aşkı depreşmez böyle, dolayısıyla akıllara "Hayırdır, nereden esti?" sorusu gelebilir. Uzun geceler bitti, kış depresyonu gitti, hayatıma yeniden çekidüzen verdim, e nereden çıktı bu özlem dersem, kendime aklım hala 100% Finlandiya'da değil gibi bir cevap verebilirim. Bir de tetikleyici unsur var, o da alttaki şarkı oluyor. "Durma Yağmur Durma"yı yeni keşfetmedim; ama uzun zamandır da dinlemiyordum. Geçen gün buradaki çakma köprüden geçerken bu şarkı başladı çalmaya, işte o an İstanbul'da olmak istedim. Siz de dinleyin, hatta İstanbul'daysanız çıkın benim için şimdi sahile gidin :)




6 Mart 2012 Salı

Yitirmeden...

Sokakta tek başıma yürümenin tadı hep bambaşka olacak benim için sanırım. Kendimle baş başa kaldığım bu anlarda aklım başıma geliyor hep. Dün de (bir pazar sabahı oluyor bu) daha afyonum patlamadan okula proje yapmaya giderken yine şimşekler çaktı kafamda. Şimşekleri çakan ise alttaki şarkıydı:


Yitirmeden'i her dinleyişimde bu şarkıyı keşfetmemi sağlayan ikizimi:) bir kez daha özlüyorum. Dinledikçe anlıyorum ne kadar kör olduğumuzu, hayatımızdaki güzellikleri doğru düzgün göremediğimizi. Günün koşturmacası içinde durup düşünmeye zamanımız olmuyor, işte bunu dinleyince durup düşünüyorum. Yitirmeden anlamıyor insan, sevdiklerimizin bizim için ne kadar önemli olduğunu.

"...Yakın durmanın zor olduğu ortada
Uzak olmak her zaman en kolay
Ama en zoru..."

Küsmek çok basit, ya da birbirini görmezden gelmek. Aramamakta, ziyaret etmemekte, trip atmakta üstümüze yok. Sudan bahaneler uğruna esirgiyoruz sevgimizi. Geriye sadece paylaşamadığımız anlar kalıyor. Her gün ise biraz daha gecikiyoruz birbirimize sarılmakta. Sırf burnumuzdan kıl aldırmamak için, özlem içimizi kemirdiği halde tutuyoruz kendimizi.

İşte bu şarkı sözleri gerçekleri yüzüme vuruyor. Sevdiklerinden kilometrelerce uzakta olunca anlıyor insan, yakında olduğu zamanların değerini bilmediğini. Sevdiğine küsünce anlıyor insan, özlemin ne kadar güçlü bir his olduğunu. O zaman fark ediyorum sevgiyi sözlü olarak da paylaşmanın önemini, karizmamız çizilmesin diye kendimizi tutmanın anlamsızlığını. Onun için durmayın, sarılın birbirinize.

24 Şubat 2012 Cuma

Beni sevmeyen ölsün

O kadar da sıkıcı bir insan olmadığıma karar verdim. Sevdiğim insanlarla muhabbetlerime bir bakıyorum da, bazen gayet de esprili biri olabiliyorum; hatta çoğu zaman. Çenem düşük olabilir belki, ya da esprilerim saçmalamaya yaklaşıyor sıkça; ama sonuçta yanımdakiler keyif alıyor sohbetimden. Cümlelerimdeki alaycılığın da bunda etkisi var, her ne kadar kimileri hoşlanmasa da. Tamam kabul ediyorum, bazen inceden laf sokma halini de alabiliyor durum:) Ama beni bilen biliyor, yakınlarıma öyle inceden dokundurma gibi çabalarım olmaz; zaten açık açık söylüyorum bir sıkıntı varsa (Üstü kapalı mesaj göndermenin gerekli olduğunu düşündüğüm istisnai durumlar hariçtir).

İnsanların yanımda sıkıldığını düşünürdüm, hala da düşünürüm. Ama biliyorum ki bu değişken bir durum, demek ki karşımdakini eğlendirecek modda değilmişim o an. Tabi bunda yanımda kimin olduğunun da etkisi var; üzgünüm ama yeni tanıştığım birinin yanında süper geyik biri olamayabiliyorum hemen.

Cuma akşamı olduğundan mıdır nedir, keyfim yerine geldi. Arkadaşlarla yazışmanın etkisini yadsıyamam, dünyanın en iç bayıcı insanı olmadığımı onlar sayesinde hatırlıyorum sonuçta. Hatta bu gazla kendime de alttaki şarkıyı armağan ediyorum, arada bir azıcık kendini beğenmişlikten zarar gelmez ne de olsa :D

20 Şubat 2012 Pazartesi

Kapılar kapandı

"Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbirşey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbirşey söylenmemiş olsa bile."

Yeterince açık, değil mi? Yazar doğru demiş.

Benim de susma vaktim geldi bir kez daha, söylenmeyen şeyler olmasına rağmen. Ne yazık ki bilmiyorlar, sustuysam bir daha asla konuşmayacağım. Ne yazık ki  farkında değiller, en güçlü görünenler bile içeride kırılgandır. Ne yazık ki öğrenecekler, kapılar bir kez kapandı mı bir daha açılmayacak.

14 Şubat 2012 Salı

Little Miss Dynamite

14 Şubat'ta sevgi böcüğü tadında bir yazı yazmak hiç ama hiç istemezdim, ancak hayat şartları beni buna itti. Sabah ofiste Radyo Eksen dinliyordum ki, kulağıma çok sevdiğim bir şarkının çalınmasıyla uykusuzluktan balon olmuş gözlerim birden parlayıverdi: Will You Still Love Me Tomorrow?


Malesef videomuz alakasız birazcık, ama Brenda Lee'nin sesi tek başına yetiyor. The Shirelles versiyonunu da pek sevemedim ben; varsa yoksa Brenda Lee benim için. Zaten kendisini başka bir iki şarkıyla da çok sevmiştim zamanında. 

Şarkımızın sözleri de pek cici maşallah. " But will my heart be broken, When the night meets the morning sun?" dediği an mesela... Neyse sözleri de irdelemeye başlarsam sonum iyi olmayacak, burada susmak daha mantıklı.

Brenda Lee'den "All Alone I Am" ve "You Always Hurt The One You Love" da dinlenmesi gerekenlerden. Hatta dayanamayıp videolarını da alta ekliyorum. İyi dinlemeler =)




13 Şubat 2012 Pazartesi

Elmayralar sardı etrafımı

Öğrenmenin yaşı yok deriz ya, kendimizi keşfetmenin de yaşı yok bence. Kendimi tanıdığımı düşünürdüm ama hala bazı sınırlarımı tam olarak keşfedememişim. Mesela bugün fazla üzerime düşülmesinden duyduğum rahatsızlığı gözledim tekrar.

Guns N' Roses'ın November Rain'inde çok güzel vurgulanıyor "Sometimes I need some time... On my own" diye. Bugün beni daraltan durum bire bir bununla örtüşmüyor belki ama, kendi başıma kalmak istediğim halde peşimden birilerinin koşturmasından nefret ediyorum. Rahat nefes alamadığımı hissettiğim an çılgına dönüyorum adeta, kan beynime sıçrıyor. Gün aşırı sorguya çekilmemeliyim mesela, 2 gün sesim soluğum çıkmıyorsa ortalığın ayağa kalkmasını istemiyorum. 1 saat önce görüştüğüm biri eve gelir gelmez bana gtalk'tan birşeyler yazmamalı, hele de bunu çevrimdışı görünmeme rağmen her gün mesaj atacak hale hiç getirmemeli. 

Benim anlamadığım, neden bu kadar üstüme düşüldüğü. Bana bu şekilde yaklaşıldığında muhabbetim de güzel olmuyor ki, karşı taraf benimle konuştuğuna pişman oluyor hatta çoğu zaman. O zaman bu ilgi niye, ne var bende bu kadar? Ben görüşmek istiyorsam ararım zaten, nitekim öyle bir durumda karşımdakini bezdirircesine her gün rahatsız ediyorum. Tabi buradan yanlış anlamlar da çıkmasın; benim problemim beklediğim ve karşılaştığım ilgi arasındaki tutarsızlık. Aile, arkadaş, sevdiğim insan, herkesten beklediğim ilgi düzeyi az çok belli, ne eksiğini istiyorum ne fazlasını. Birinden diğerine göre fazlasını bekleyebilirim, orası ayrı tabi. Beklenenden fazlası ise işte böyle bunalmaya sebep oluyor, sonra esip gürlemeye başlıyorum. Umduğundan azını buldum mu da çıldırıyorum ama ona burada değinmeyeceğim; malum konumuz o değil, bir de o buhranı içimde yaşıyorum genelde.

Sanırım Finlandiya sonunda beni de depresyona soktu. Ben böyle bir tip değildim aslında, ilgiden hiçbir zaman sıkılmadım. Eskiden kimse aramıyor beni diye sızlanırdım, şimdi de halimi hatrımı soruyorlar diye şikayet ediyorum. Şükretmem lazım belki de, ama siz de Elmayra olmayın lütfen. Artık ne ilkokuldayım, ne de yapışık ikiz havamda...

7 Şubat 2012 Salı

Dikkat, çarpabilirim!

Bu aralar elektrik çarpmasından muzdaribim. Ne zaman metal bir yüzeye dokunsam çarpılıyorum, delirmek üzereyim. Hele Fince dersimin olduğu binanın askılıkları yok mu, son birkaç haftadır her temasımda istisnasız çarpıyor. Tamam bu aralar sinir stres kapasitemin doruklarındayım ama durum bu kadar vahim olunca başka bir sorun mu var diye düşünmeye başladım haliyle. Google'da yüzeysel bir araştırma yapıp birkaç foruma göz attım ben de, kocakarı tarzı çözümler bile kabulumüz sonuçta:)

Malum kış mevsimi, toprakla doğru düzgün haşır neşir olamıyoruz. Soğuktan korunacağız diye yünlü mamuller giymeden sokağa çıkılmıyor, en sıcak havamızın -5 derece olduğunu düşünürsek. Kat kat çoraplar, kalın tabanlı botlar da cabası. Ofiste etrafımız elektronik eşyayla çevrili. Tüm bunları düşününce zaten yeterince bahane olduğunu fark ettim :) Tabi yine de üstümdeki gerginliğin etkisi yadsınamaz, onu da kabul ediyorum. Bu durumda bu kadar elektrik yüklü olmasam garip olurdu heralde :D

Fazla yükümü atmak için artık her gün birer saat karlarda mı yuvarlanırım, yoksa ellerimi musluklara mı yapıştırırım hiç bilemiyorum. Bu gidişle artık kimse benimle tokalaşmak istemeyecek, yeni korkum da bu. Artık olmadı 1 Nisan'da şakalarımı bedavaya getiririm, elime elektrik tokalaşma oyuncaklarından monte etmişim etkisi yaratarak :P

4 Şubat 2012 Cumartesi

Çoklu görevli olmak ya da olmamak

Lisans eğitimime başladığımda çoğumuz gibi ben de kendimi en iyi şekilde geliştirmeyi hedefliyordum. En iyi notları alacaktım, iyi yerlerde staj yapacaktım, sosyal bir öğrenci olacaktım, kulüplerde çalışıp farklı alanlarda da kendimi geliştirecektim, hatta izin verseler çift anadala bile bulaşacaktım :P Zamanımı en iyi şekilde yönetip, istediğim herşeyi yapacaktım. Geriye dönüp baktığımda, aslında bunu az çok başarabildiğimi düşünüyorum. 3. sınıf bizim bölümün dersler anlamında en ağır yılıydı ve ben aynı zamanda üyesi olduğum kulübün yönetim kurulundaydım; dolayısıyla organizasyonlarımız için zaman ayırmam gerekiyordu. 4. sınıfta bitirme projemiz vardı; ben ek olarak flamenko kursuna başladım, bir dönem labda asistanlık yaptım, diğer dönem bir projede çeviri yaptım (çeviri deyip geçmemeli, haftada 20 saatten fazla zaman alıyordu), spora da mümkün olduğunca gidiyordum. Bu iki sene boyunca her cuma-cumartesi dışarıda oluşumuzdan bahsetmiyorum bile.

Belki çok büyütülecek aktiviteler değil bunlar; ama bence ortalama bir üniversite öğrencisine göre zamanımı gayet de etkili kullanmışım. Sonuçta derslerde bir sıkıntım olmadı, eğlencemden geri kalmadım, ders dışı aktivitelere de zaman ayırdım. Şimdi ise ne dansa devam edebiliyorum, ne spora gidiyorum. Hayatımda bir tek okul ve iş var. Kulüp organizasyonlarıyla azıcık renk katmaya çalışıyorum, o kadar. İşin komik yanı çalışmaya da yeni başladığım için iş yüküm ağır değil, o da yoğunlaşınca ne yaparım kestiremiyorum.

Daha yoğun programlara alışık, her zaman hızlı yaşamayı seven ben, neden bu sefer böyle tökezliyorum anlamadım gitti. Gören de dünyanın en yoğun insanıyım sanacak. Aynı anda bir şirkette çalışıp, tez yazıp, kendi start-up'ıyla uğraşıp, kulüp etkinlikleri organize edip, sosyal hayatını da dengede tutabilen arkadaşlarım olduğunu hatırladıkça kendimden utanıyorum resmen:) Benim de öyle verimli yaşayacağım günler gelecek inşallah. Tabi bu günler kendiliğinden gelmez, günlük hayatımızda çeşitli düzenlemelere gitmek gerek...


Düzenlemelere sosyal ağlara ayırdığım zamanı azaltarak başlamam lazım mesela. Can sıkıntımın beni ilk yönlendirdiği siteler facebook, twitter, linkedin, vs. Onlara ayırdığım zamanda kitap okusam haftalardır bitirmeye çalıştığım "Never Eat Alone"u 8 kere hatim eder, "social networking"in kraliçesi olurdum. Öte yandan daha büyük bir problem var: Dikkat dağınıklığı. Zaten hep bu dikkat dağınıklığı yüzünden zamanımı gereksiz şeylere harcıyorum. Bu leyla modundan nasıl çıkacağım sorusunun cevabı ise tahminlerim olmasına rağmen hala muallak, araştırmalarıma devam ediyorum. 

"Ey Elif, titre ve kendine gel" dememi sağlayan şeyler de yok değil tabi. Şanslı bir insan olduğuma kanaat getirmem bu etkenlerden en önemlisi. Küçük ayrıntılarda büyük değerlerin gizli olduğunu görmem de ayrı bir motivasyon kaynağım. Kökleri tee ortaokula uzanan bir arkadaşlığımın mesafelerden ve hayatın akışından dolayı zayıflayacağı yerde tam tersine güçlendiğini ispatlayan bir maille başladım bugüne. Maddi mesafenin kısa, manevi mesafenin istenenden uzun olduğu durumları yaşadıkça, fiziksel mesafenin uzunluğuna bakmadan gönüllerdeki mesafeyi kısaltan insanların varlığını bilmek nasıl keyfimi yerine getirmez ki:)

Lafı fazla dolandırdım. Kısacası böyle moral kaynaklarım oldukça hayatımı düzene sokmakta zorlanmayacağımı düşünüyorum; düzenin âlâsını kurarım hatta:) 2012'nin mükemmel olacağını iddia edip duruyorum malum; bu dönem yazmaya başladığım A4 defterimi zamanımı etkili kullanarak ortalamanın üstünde bir hızla doldururum artık :D

16 Ocak 2012 Pazartesi

7'de de aynı, 70'te de...

Kaç yaşıma geldim, hala bazı şeyleri öğretemiyorum kendime. Dedelerimiz boşuna dememiş insan yedisinde neyse yetmişinde de odur diye. Huylu huyundan vazgeçmiyor, şimdi bir örnekle açıklayacağım.

Çok istediğim birşey varsa fazla hevesleniyorum, kendimi bildim bileli bu böyle. Ben ilkokuldayken babamlar Arnavutluk'tan bir grup misafir öğrenciyi ağırlamıştı, onlarla Tatilya'ya gideceğiz diye heyecandan ölüyordum. Gezi gününü dört gözle bekledikten sonra beklenen zaman geldi çattı, ve ben o gün hasta oldum. Bütün gün karın ağrısıyla kıvrandığım yetmezmiş gibi, günümün önemli bir kısmını tuvalette harcadım. Dolayısıyla atlı karınca ve çarpışan arabalarda 4+ yaş grubuyla takılabildim sadece. Heyecanla beklediğim günlerin böyle berbat olduğu örnekler daha çok var hayatımda maalesef. 

İlkokuldayken böyleydim iyi hoş, kötü olan ise hala böyle olmam. Bu huyumun başıma neler açtığını bildiğim halde hala değiştiremiyorum kendimi. Yine birşeye heves ediyorum, o gün için kafamda milyonlarca plan yapıyorum. Herşeye hazırlıklı olmak için kendimce tüm ihtimalleri düşünüyorum, ona göre ekstra planlar yapıyorum. Sahneleri ya da diyalogları gözümde canlandırdığım bile oluyor, o derece abartabiliyorum durumu. Peki sonuç? Gidişat tamamiyle beklentim dışı bir yola sapıyor. Hesaplar tutmuyor, planlar boşa gidiyor, kafamdaki sahneler gerçekliğe yol alamayıp hayal seviyesindeyken yok olmak zorunda kalıyor. Elde kalan boşa kurulan minik düşler...

Uzun zamandır kendimi spontane yaşamaya alıştırmaya çalışıyorum. Az da olsa başardım, ama katetmem gereken çok yol var daha. Artık uzun planlar yok, küçük şeyler için bile fazla heves etmek yok, herşeyi enine boyuna düşünüp ince ayrıntısına kadar hesaplamak yok. Son sloganım "Fake it till you make it" idi, tekrar "alnımızda ne yazıyorsa o"ya geri dönüş yapıyorum :) Herkese de tavsiyemdir, çoğumuzun bildiği üzere işleri akışına bırakmak sanırım daha rahat bizim için.

12 Ocak 2012 Perşembe

Temiz başlangıç

Yüksek lisans hayatımın ilk sömestr tatilini geride bırakmış bulunmaktayım (geride kaldı 1). Kocaman 3 haftayı çok rahat yedim bitirdim, hem de 4-5 günde bir şehir değiştirerek. Sonuç: Tatilden hiçbir halt anlamadım, annemin yüzünü beklediğim kadar göremedim, son gecemde inek doğurttum.

Yeni döneme başlamak üzere sevgili Finlandiyam'a geri döndüm bugün. 2012'nin farklı olacağını baştan beri hissediyordum (umutlarım azalıyor, orası ayrı :P), bunun bir sebebi de bu dönemin farklı olacağını düşünmem. Ağustos sonunda yeni defterime yazmaya başlamıştım, o defter aslında küçük bir bloknotmuş gibi geliyor şimdi. Gerçek başlangıç olan A4 defterimi ise şimdi dolduracağım. Yeni mevsim, yeni aile üyeleri, yeni dönem, yeni dersler, yeni iş, muhtemelen yeni arkadaşlar, yeni kozmetik ürünlerim, yeni cam önü süslerim, yeni... Bir tek yeni beyin bulamadım, eskisini resetlemeye çalışıyorum o yüzden. Keşke "beyin bedava" kuralı burada da işleseydi, peh. 

Aslında beynimi resetlemek istemiyorum bir yandan. Kendi gücünü kullanarak kaderime burnunu sokmaktan geri kalmayan beynim şu zamana kadar -bir tanesi hariç- istediğim her şeyi elde etmemi sağladı. Ama tamamen yeni bir başlangıç için tüm kaygılarından arınmış taptaze bir beyin lazım. Zaman gösterecek artık beynimle olan ilişkimizin sonucunu. Kim bilir, belki 2012 baharı o kadar da özel olmayacaktır. Belki de tam tersi olur, beynimi yenilememe gerek kalmadan dilediklerim beni bulur. Kim bilir... 

Ben hala umutluyum, tüm depresif görünüşüme rağmen :)

8 Ocak 2012 Pazar

Sustum

Çok gevezeyim, kafa ütüleyen cinsten. Konuşmaya başladığımdan beri böyleymişim, herkese illallah dedirtiyormuşum daha küçükken bile. Telefonları istisnasız hep ben açarmışım, arayan kim olursa olsun 20 dk boyunca o gün neler yaptığımı anlattıktan sonra telefonu anneme verirmişim. Amma ve lakin beni en iyi susturan yöntemi buldum: Veda.

Bütün gün durmadan konuşup gülücükler saçabilen ben, vedalara hiç gelemiyorum. İster okul yolunda uçağa giderken, ister gece eve dönmek için belediye otobüsüne binerken. Ha bunu zaten biliyordum da bu kadar kötü olduğuna inanmak istemiyordum. Ne zaman ki hoşçakal denir, o zaman oturuveriyor o kayamsı yumru boğazımın ortasına. Değil kelime, ses bile çıkaramıyorum. Arabaların arka camlarına konan o aptal oyuncak köpekler gibi kafa sallamaktan öteye geçemiyorum maalesef. 

O yumru hala orada, erimesi gerekiyor. Ama o bir kartopu edasıyla, derinlere yuvarlandıkça daha da büyüyor sanki. Her derdimin devası uyku bile yok edemedi, üstünden saatler geçse de fark etmedi. Etmeyecek gibi de görünüyor... 

Bir çözüm bulmam lazım bu yumrulara, aksi takdirde hoşçakal lafını hayatımdan çıkarmam gerekecek :)

2 Ocak 2012 Pazartesi

Aile sofrası

Bugün 2 Ocak 2012. Dilimizde sevgi sözcükleri, içimizde umutlarla girdik yeni yıla. Hatta biz ailecek kutlamaları bir adım ileri götürdük; hemen hemen her sene yaptığımız gibi bu sene de yılbaşında doğumgünümü kutladık :) Mumlarımı üflerken içimden en küçük Büyükcanların -yeğenciklerimin- pek kısmetli bir ömürleri olmasını diledim. Öte yanda, 2012 ve tüm gelecek yıllar için başka bir dileğim daha vardı: Küçüklüğümün o büyük aile sofraları...

İlkokul yıllarımda ailecek Bursa'daydık, çekirdek ailemiz Marmara'nın değişik illerine paylaştırılmamıştı henüz. Bayramlarda İstanbul'a giderdik, rahmetli babaannemin evinde kalırdık. Evin en küçüğü olarak, salondaki ikili koltukta uyurdum. Sabahın köründe uykumdan ederdi beni İstanbul'un gürültücü minibüsleri. Bayram sabahları ise minibüslerin görevini annem alırdı, babamlar bayram namazından gelmeden önce herşeyin hazır olabilmesi için. Babaannem yaşına bakmadan börekler dolmalar yapardı, 10+ kişilik sofra kurulurdu. Kahvaltıya amcamlar gelirdi maaile. O kahvaltılar hiçbir zaman yirmi dakikada bitmezdi, yiyen kalkmazdı hemencecik. Onca insan masaya sığmakta zorlanırdık belki, ama kalkmazdık sofradan, bir araya gelişimizin en tatlı seremonisiydi çünkü o anlar.


Bu bahsettiğim kahvaltıların üzerinden çoook zaman geçti. Babaannem aramızdan ayrıldı, abim bir şehire yerleşti, ben bir şehire göçtüm, inekler buzağılar girdi hayatımıza. Belki dede yarısı saydığım amcamın evinde toplanıyoruz mümkün olduğunca, yengemin muhteşem tatlılarından nasibimi alıyorum yılda en az bir iki kez. Ama takım hiçbir zaman tamamlanamıyor artık; o 10+ kişilik sofralar kurulmuyor. Eskiden yaptığım gibi peçete katlama sanatımı konuşturasım geliyor çoğu zaman, ama hünerlerimi sergileyeceğim kocaman masayı bulamıyorum. Şu yazıya ekleyecek güncel bir foto bile bulamadım, neyse ki 2011'in son gününden bir karemiz var, buna da şükür :)


Artık yetişkin yaş grubunda sayılsam bile, fotoğraf albümlerini karıştırırken amcamdan aile büyüklerinin hikayelerini dinlemekten bıkmadım, bıkmam da. İçimdeki çocuk 10 yaşına sabitlenmiş anlaşılan; cumartesi sabahları hala çizgi film izleyişimden de anlayabiliriz tabi bunu. Eğer bu çocuk yıllar sonra hala hayatta olursa, eminim ki sonraki kuşaklar bu geleneklerden mahrum kalmasın diye Elif'i dürtüp duracaktır. Gün gelir de evlenecek, hele de anne olacak olursam, çocuklarım da zamanında benim yaptığım gibi o büyük sofralara tabakları dizip peçeteleri kendi çaplarında süslerler umarım...