22 Aralık 2011 Perşembe

Benim adım...

Adımız bizi yansıtır mı? Doğduğumuzda seçme şansımız olmuyor adımızı. Şanslıysak ailemiz iki isim koyuyor, hangisini seversek onu kullanabiliyoruz. Ha genelde bu iki isimden ilki de aile büyüklerinden geldiği için, bize asıl yakıştırılan ikincisi oluyor. Bu durumda ne kadar bekleyebiliriz adımızın aynamız olmasını?

Kafamdan yine binbir türlü şey geçiyordu ki, birden kendimi ekşi sözlükte adımı aratırken buldum. Entry'lerden biri de şuydu:

Yalnızlıktır, içinizi acıtan ancak alıştığınız, kimseleri istemediğiniz yalnızlığınızdır.

Elif tektir, birdir, yeganedir, başlangıçtır, şöyledir, böyledir; hepsi ezberimde. Ama kim olduğunu bilmediğim birisi bile bu cümleyi yazabilirken, nasıl inanmam adımızın bizi yansıtmadığına?

21 Aralık 2011 Çarşamba

"Evim güzel evim" bile diyemedim

Kendimi tanıtarak başlayacağım, önceki yazımda da yaptığım gibi. Ben Elif Merve, birkaç gün sonra 23'ümü bitireceğim. 8 yıldan fazladır ailemden ayrı yaşıyorum. 8 kişilik yurt odasıyla başladım kısmi yalnızlık kariyerime. 7 kişi, 6 kişi, 2 kişi derken yurttan kurtuldum, eve çıktım ekürimle. Şimdi ise tek başıma yaşıyorum, 0 oda arkadaşı, 0 ev arkadaşı. 

Çoğumuz yer yadırgarız evimizden farklı bir yerde uyuduğumuzda. Uzun süredir ayrı kaldıysanız hele, kendi yatağınızda bile kıvranıp durursunuz gece boyunca. Aslında ben bu konuda problem yaşamazdım; en azından kendi yatağımda hep mışıl mışıl uyudum, 2 yıl ayrı kalsam bile kendisinden. Yaz ya da kış tatillerinde ailemin yanına döndüğümde sanki 2-3 haftalık tatilden geliyormuş gibi hissettim çoğu zaman. Ta ki bugüne kadar.

Yüksek lisansın ilk dönemini sağ salim atlatmanın mutluluğuyla dün memlekete geri döndüm. Sanki 3.5 aydır uzakta olan ben değilmişim gibi, klasik bir şekilde akşam yemeğimizi yedik, sonra Türk kahvesi yaptım, sonra oturduk, sonra annem meyve soydu, köpeğim her zamanki gibi kavuşma yılışıklıklarını sergiledi, falan filan. Hiçbir farklılık hissetmedim, hissetmedik. Ev halkı da zaten hala İstanbul'da yaşıyorum gibi hissediyor, hep bu Skype yüzünden :D Problem ise gece uykumda patlak verdi: Ufak bir sesle uyandım gecenin bir yarısı. Yarı rüya yarı gerçek bir modda gözlerimi açmaya çalıştım, ama uyuduğum yer farklıydı. Nerede olduğumu algılamam normalden fazla zaman aldı ve bu süre içerisinde korkuya benzer birşey kapladı içimi. Şu zamana kadar hiçbir zaman abimin, amcamın, teyzemin, kuzenimin, arkadaşlarımın, akrabalarımın evinde uyuyup da böyle garip hissettiğimi hatırlamıyorum. En fazla uyumakta zorlanmışımdır, o kadar. Ki söz konusu yer kendi evim, zaten beni darmadağın eden de bu.

Neler oluyor bilmiyorum ama bir yere aidiyet duygumu sorgulamaya başladım bu yüzden. Acaba her yıl farklı bir yerde/ortamda yaşamaktan dolayı kendini "ev"de hissetme yetimi mi yitiriyorum? Zaten hala evim neresi sorusuna cevap verirken bile zorlanıyorum. Evim annemin-babamın evi olabilir, oradayken gerçek aile ortamındayım. Ama bundan sonra orada yaşayamayacağım az çok belli. Evim yurt odam olabilir, 2 yıl boyunca orada ikamet edeceğim. Ama benim için ev sıcak bir ortam, yalnız başına yaşanan stüdyo dairemsi oda değil.

Kendini nerede hissettiğin biraz da bulunduğun ortamı ne kadar benimsediğine ve etrafında kimlerin olduğuna bağlı. Sonuçta sevdiklerimizle güzel şehir, onlarla anlamlı zaman, onlarla parlak yıldızlar, 5 dakikalık hava alma molalarında onlarla sıcak hava. Zaten bu günlerde beynim çevremdekilerin bendeki gerçek yerlerini tanımlamakla oldukça meşgul, olmak istediğim yer tanımım da buna bağlı olarak şekillenmekte şu sıralar. Doğacak yeğenlerimin ileride beni tanımama ihtimali de beynimin başka köşelerini kemirdiği için nerede bulunmam gerektiği konusunda kafam karman çorman. Beynime bu düşünceyi sokan ismini burada yazmayacağım çok sevgili blogsever şahısa da teşekkürlerimi sunuyorum, haftalardır düşüncelerimin dağınıklığının sebebi bizzat kendisidir.

Küçücük bir yer yadırgamayı bu kadar büyütmemeliyim galiba. Uykumun ortasında beliren o iğrenç hissi aklımda çıkarabilirsem başarılı olabilirim. Yoksa alttaki cümle bu günlerimin özeti haline gelecek. 

16 Aralık 2011 Cuma

Neymiş bu "Service Design and Engineering"


Adım Elif, 22 yaşındayım. Bilgisayar Mühendisliği dalında lisans derecem var. Lisans diplomamı aldıktan sonra ünlü bir yazılım şirketinde 1 yıl yazılım geliştirici olarak çalıştım. Şimdi ne mi yapıyorum? Finlandiya'dayım; Aalto Üniversitesi'nde yüksek lisans yapıyorum. "Ne yapıyorsun orada?" sorusunun cevabını ise şimdi biraz daha açacağım.

Yüksek lisans yapmaya karar vermem kolay olmadı. Hele de yurtdışında karar kılmak, of ki ne of. Orta halli bir düşünme süreci sonrasında düşüncelerim son şeklini aldı (Seçimimin neden bu şekilde olduğuna giremeyeceğim, açıklaması yeni bir yazı gerektirir :D). Bu sefer sıra geldi okul ve bölüm seçmeye. Açtım google'ı, başladım aramaya. Avrupa'da yüksek lisans yapmak istediğim için, Avrupa'nın en iyi üniversiteleri sıralamasına göz attım. Malum Bilgisayar Mühendisi olacağız, o yüzden İskandinavya'ya hafiften gözümü dikmiştim zaten. Neyse lafı uzatmayalım, Google'cığımın tavsiyeleri üzerine kendimi Aalto Üniversitesi'nin yüksek lisans programlarına bakarken buldum.


Aalto hakkında süper kısa bir özet geçmem gerekiyor: Aalto Üniversitesi 2010 yılında Helsinki School of Economics, Helsinki University of Technology ve the University of Art and Design Helsinki'nin birleşmesiyle kurulmuş oldu. Aalto çok genç bir üniversite olsa da, kendisini oluşturan okulların tarihi 1850'lere dayanıyor. Aalto'nun Helsinki bölgesinde 3 farklı kampüsü mevcut; eskiden Helsinki University of Technology (kısaca TKK ya da HUT) olarak bilinen mühendislik okulları da Otaniemi Kampüsü'nde. Otaniemi muhteşem bir kampüs. Derse ormanların içinden geçerek gidiyorsunuz, baharda her yer alabildiğine yeşil (kışın da beyaz olması gerekiyor ama hala kar yağmadığı için göremedim o halini). "Design Factory" adlı binanın her köşesinden yaratıcılık fışkırıyor; ders çalışmak ya da toplantı yapmak için çok ideal. Kısacası okulun fiziksel olanakları da oldukça iyi. Kendi bölümümden bahsederken de buna ayrıca değineceğim.


Ben "Computer Science and Engineering" bölümünün sunduğu "Service Design and Engineering" (kısaca SDE) yüksek lisans programında okuyorum. Benim bölümüm ise "School of Science" altında. Dijital servisler ve bilişim sistemleri odaklı, öğrenciyi iş dünyasına hazırlayan, teoriden çok pratik ağırlıklı bir program SDE. İnovasyon, kullanıcı odaklı servis tasarımı, girişimcilik, teknoloji yönetimi, en yeni medya ve yazılım teknolojileri hakkında dersler alıyoruz. Öğrenci hangi alana yönelmek istediği konusunda özgür; müfredata dahil edilen derslerden istediğini alabilir. Zaten Aalto'da zorlama diye birşey pek yok, mantıklı olduğu sürece ders programınızı istediğiniz şekilde belirleyebilirsiniz. Bölümümüzün öğretmen kadrosu hem akademik anlamda başarılı, hem de yazılım endüstrisiyle oldukça iç içe. SDE'nin bir güzelliği de burada zaten, sınıfa sık sık iş dünyasından konuklar geliyor ve ders veriyor, ya da biz gidip çeşitli şirketlerde sunum yapıyoruz. Yine bu şirketler için geliştirdiğimiz projeler var, kısacası dersler profesyonel hayatla oldukça bütünleşik. Tabi durum böyle olunca, programın bütçesi de ortalamaya göre yüksek rakamlardan oluşuyor:) Yılbaşı partisi, İsveç turu, muhtemel Lapland gezisi gibi kaçamaklar için bile paramız var :P


SDE'nin öğrenci profilinden de bahsetmem lazım. 2011 girişliler olarak biz 13 kişiyiz, 9 farklı anadil konuşuluyor sınıfımızda :P Eğitim dili İngilizce, Fince öğrenmeden hayatınızı çok rahat idame ettirebilirsiniz. Eğitim geçmişlerimiz de farklı; kimimiz bilgisayar mühendisliği mezunu, kimimiz endüstri mühendisi, kimimiz pazarlamada uzman, kimimiz iletişim ve medya eğitimi almış. Kısacası çok renkli bir grubuz ve böylece değişik yeteneklere sahip kişilerle birlikte çalışmayı ve gerçek bir takım olmayı da öğreniyoruz.

SDE hakkında çok daha fazla yazmak isterdim ama kafi miktarda uzattım zaten :D Yoksa Finlandiya'da yüksek lisans yapmanın güzelliklerinden başlar, aldığımız derslerin içerikleriyle devam eder, bölümümüz öğrencilerinin kurdukları şirketlerden ve başarı hikayelerinden bahseder, kendimizi geliştirmemiz için sunulan tüm olanakları örneklerle teker teker açıklar, sınıf arkadaşlarımızla nasıl eğlendiğimizi ispatlayan fotoğraflarla da kapanışı yapabilirim tabi :D

Program hakkında ayrıntılı bilgi burada mevcut, ayrıca gelişmeleri Twitter ve Facebook'tan da takip edebilirsiniz. Şubat sonuna kadar başvurular açık, elinizi çabuk tutun derim ;)

13 Aralık 2011 Salı

Var mısın iddiaya?

Hiçbir zaman sevmedim risk almayı; çok çabaladım bu huyumu değiştirmek için ama nafile. Ara ara küçük adımlar attım karşıma ne çıkacağını bilmeden, ama geriye dönüp baktığımda "Sen buna risk mi diyorsun, peh!" denecek cinsten çabalardı bunlar hep. Öyle ki, basit iddialara bile girmezdim çoğu zaman arkadaşlarımla. Ha %100 eminsem sonuçtan, o zaman asla kaçınmam iddiadan tabi (Kahrolsun şu oğlak burcu kadını tarafım).

Artık iddialara karşı tutumum değişiyor sanırım. Öyle ki, çok acayip bir iddiaya girdim dün gece. İddiayı ben kaybedersem karşı taraf istediğini dileyecek benden; ben kazanırsam hiçbir beklentim yok (en azından benim ödülümü belirlemedik ama zaten bir şey istemeyi düşünmüyorum). İddia konusu, karşı tarafın gelecek hedefleri. İşin komik yanı, bu şahıs bile önümüzdeki 5 ay sonunda ne yapacağını bilmediğini söylerken (yersen!), ben çok net bir argümanla geldim. Bu durumda Elif'e sorarlar, neyine güveniyorsun sen diye. Açıkçası hiçbir bilimsel kanıt yok elimde, sadece öyle hissediyorum. Tamam dürüst olalım, benim iddiamın gerçekleşmesini istiyorum; tek diyebileceğim bu.

Kimi zaman her şey üst üste gelir, sanki birileri size bir mesaj vermeye çalışıyormuşcasına. Kendi amaçsızlığımdan ve umursamazlığımdan rahatsız olurken, başkalarının da aynı dertten muzdarip olduğunu görmek, hele de bu şahsi rahatsızlığımı içime atıp çok parlak durumdaymışım gibi görünmeye çalışmak... Hayatta elde edebileceğim bir çok güzelliğe şimdiden sahip olsam da sadece bir eksikten dolayı bunların tadına varamamak, işin kötü yanı sevdiklerimin de aynı eksiklikten dolayı hayattan zevk almayı bırakmalarını göz göre göre izlemek... Bir de üstüne bir arkadaşımın (isim vermiyorum, bunu okursa kendisi hemen anlayacak :D) bu günlerde en son dinlemem gereken şarkıyı benimle paylaşması çok acı oldu.

Herkes yalnızdır kendi buzdan şatosunda,
Biri gelip duvarları eritsin ister.
...
Herkes bir savaşçıdır kendi savaşında,
Birisi için gardını indirmek ister.

Evet, Model'in Buzdan Şato'sundan bahsediyorum. Şarkının genelindeki ergen liseli havasına rağmen, sözleri okuyunca birkaç dakika boş boş baktım ekrana. Okumaz olaydım, en yanlış zamanda çıktı karşıma. Neyse artık oldu bir kere, yapacak bir şey yok. Onun için, bu da bana ve bana bunları yazdıranlara gelsin :)


Buzların kendi kendine erimeyeceği belli, onun için risk almak şart. Biz de alırız ne yapalım, şu zamana kadar almadık da ne oldu, kaybettiğimizle kaldık. Önümüzdeki maçlara bakalım biz de; güzelliklerin tadını çıkarmanın ve buzdan şatoyu eritmek için kibriti bulmanın zamanı geldi...