16 Ocak 2012 Pazartesi

7'de de aynı, 70'te de...

Kaç yaşıma geldim, hala bazı şeyleri öğretemiyorum kendime. Dedelerimiz boşuna dememiş insan yedisinde neyse yetmişinde de odur diye. Huylu huyundan vazgeçmiyor, şimdi bir örnekle açıklayacağım.

Çok istediğim birşey varsa fazla hevesleniyorum, kendimi bildim bileli bu böyle. Ben ilkokuldayken babamlar Arnavutluk'tan bir grup misafir öğrenciyi ağırlamıştı, onlarla Tatilya'ya gideceğiz diye heyecandan ölüyordum. Gezi gününü dört gözle bekledikten sonra beklenen zaman geldi çattı, ve ben o gün hasta oldum. Bütün gün karın ağrısıyla kıvrandığım yetmezmiş gibi, günümün önemli bir kısmını tuvalette harcadım. Dolayısıyla atlı karınca ve çarpışan arabalarda 4+ yaş grubuyla takılabildim sadece. Heyecanla beklediğim günlerin böyle berbat olduğu örnekler daha çok var hayatımda maalesef. 

İlkokuldayken böyleydim iyi hoş, kötü olan ise hala böyle olmam. Bu huyumun başıma neler açtığını bildiğim halde hala değiştiremiyorum kendimi. Yine birşeye heves ediyorum, o gün için kafamda milyonlarca plan yapıyorum. Herşeye hazırlıklı olmak için kendimce tüm ihtimalleri düşünüyorum, ona göre ekstra planlar yapıyorum. Sahneleri ya da diyalogları gözümde canlandırdığım bile oluyor, o derece abartabiliyorum durumu. Peki sonuç? Gidişat tamamiyle beklentim dışı bir yola sapıyor. Hesaplar tutmuyor, planlar boşa gidiyor, kafamdaki sahneler gerçekliğe yol alamayıp hayal seviyesindeyken yok olmak zorunda kalıyor. Elde kalan boşa kurulan minik düşler...

Uzun zamandır kendimi spontane yaşamaya alıştırmaya çalışıyorum. Az da olsa başardım, ama katetmem gereken çok yol var daha. Artık uzun planlar yok, küçük şeyler için bile fazla heves etmek yok, herşeyi enine boyuna düşünüp ince ayrıntısına kadar hesaplamak yok. Son sloganım "Fake it till you make it" idi, tekrar "alnımızda ne yazıyorsa o"ya geri dönüş yapıyorum :) Herkese de tavsiyemdir, çoğumuzun bildiği üzere işleri akışına bırakmak sanırım daha rahat bizim için.

12 Ocak 2012 Perşembe

Temiz başlangıç

Yüksek lisans hayatımın ilk sömestr tatilini geride bırakmış bulunmaktayım (geride kaldı 1). Kocaman 3 haftayı çok rahat yedim bitirdim, hem de 4-5 günde bir şehir değiştirerek. Sonuç: Tatilden hiçbir halt anlamadım, annemin yüzünü beklediğim kadar göremedim, son gecemde inek doğurttum.

Yeni döneme başlamak üzere sevgili Finlandiyam'a geri döndüm bugün. 2012'nin farklı olacağını baştan beri hissediyordum (umutlarım azalıyor, orası ayrı :P), bunun bir sebebi de bu dönemin farklı olacağını düşünmem. Ağustos sonunda yeni defterime yazmaya başlamıştım, o defter aslında küçük bir bloknotmuş gibi geliyor şimdi. Gerçek başlangıç olan A4 defterimi ise şimdi dolduracağım. Yeni mevsim, yeni aile üyeleri, yeni dönem, yeni dersler, yeni iş, muhtemelen yeni arkadaşlar, yeni kozmetik ürünlerim, yeni cam önü süslerim, yeni... Bir tek yeni beyin bulamadım, eskisini resetlemeye çalışıyorum o yüzden. Keşke "beyin bedava" kuralı burada da işleseydi, peh. 

Aslında beynimi resetlemek istemiyorum bir yandan. Kendi gücünü kullanarak kaderime burnunu sokmaktan geri kalmayan beynim şu zamana kadar -bir tanesi hariç- istediğim her şeyi elde etmemi sağladı. Ama tamamen yeni bir başlangıç için tüm kaygılarından arınmış taptaze bir beyin lazım. Zaman gösterecek artık beynimle olan ilişkimizin sonucunu. Kim bilir, belki 2012 baharı o kadar da özel olmayacaktır. Belki de tam tersi olur, beynimi yenilememe gerek kalmadan dilediklerim beni bulur. Kim bilir... 

Ben hala umutluyum, tüm depresif görünüşüme rağmen :)

8 Ocak 2012 Pazar

Sustum

Çok gevezeyim, kafa ütüleyen cinsten. Konuşmaya başladığımdan beri böyleymişim, herkese illallah dedirtiyormuşum daha küçükken bile. Telefonları istisnasız hep ben açarmışım, arayan kim olursa olsun 20 dk boyunca o gün neler yaptığımı anlattıktan sonra telefonu anneme verirmişim. Amma ve lakin beni en iyi susturan yöntemi buldum: Veda.

Bütün gün durmadan konuşup gülücükler saçabilen ben, vedalara hiç gelemiyorum. İster okul yolunda uçağa giderken, ister gece eve dönmek için belediye otobüsüne binerken. Ha bunu zaten biliyordum da bu kadar kötü olduğuna inanmak istemiyordum. Ne zaman ki hoşçakal denir, o zaman oturuveriyor o kayamsı yumru boğazımın ortasına. Değil kelime, ses bile çıkaramıyorum. Arabaların arka camlarına konan o aptal oyuncak köpekler gibi kafa sallamaktan öteye geçemiyorum maalesef. 

O yumru hala orada, erimesi gerekiyor. Ama o bir kartopu edasıyla, derinlere yuvarlandıkça daha da büyüyor sanki. Her derdimin devası uyku bile yok edemedi, üstünden saatler geçse de fark etmedi. Etmeyecek gibi de görünüyor... 

Bir çözüm bulmam lazım bu yumrulara, aksi takdirde hoşçakal lafını hayatımdan çıkarmam gerekecek :)

2 Ocak 2012 Pazartesi

Aile sofrası

Bugün 2 Ocak 2012. Dilimizde sevgi sözcükleri, içimizde umutlarla girdik yeni yıla. Hatta biz ailecek kutlamaları bir adım ileri götürdük; hemen hemen her sene yaptığımız gibi bu sene de yılbaşında doğumgünümü kutladık :) Mumlarımı üflerken içimden en küçük Büyükcanların -yeğenciklerimin- pek kısmetli bir ömürleri olmasını diledim. Öte yanda, 2012 ve tüm gelecek yıllar için başka bir dileğim daha vardı: Küçüklüğümün o büyük aile sofraları...

İlkokul yıllarımda ailecek Bursa'daydık, çekirdek ailemiz Marmara'nın değişik illerine paylaştırılmamıştı henüz. Bayramlarda İstanbul'a giderdik, rahmetli babaannemin evinde kalırdık. Evin en küçüğü olarak, salondaki ikili koltukta uyurdum. Sabahın köründe uykumdan ederdi beni İstanbul'un gürültücü minibüsleri. Bayram sabahları ise minibüslerin görevini annem alırdı, babamlar bayram namazından gelmeden önce herşeyin hazır olabilmesi için. Babaannem yaşına bakmadan börekler dolmalar yapardı, 10+ kişilik sofra kurulurdu. Kahvaltıya amcamlar gelirdi maaile. O kahvaltılar hiçbir zaman yirmi dakikada bitmezdi, yiyen kalkmazdı hemencecik. Onca insan masaya sığmakta zorlanırdık belki, ama kalkmazdık sofradan, bir araya gelişimizin en tatlı seremonisiydi çünkü o anlar.


Bu bahsettiğim kahvaltıların üzerinden çoook zaman geçti. Babaannem aramızdan ayrıldı, abim bir şehire yerleşti, ben bir şehire göçtüm, inekler buzağılar girdi hayatımıza. Belki dede yarısı saydığım amcamın evinde toplanıyoruz mümkün olduğunca, yengemin muhteşem tatlılarından nasibimi alıyorum yılda en az bir iki kez. Ama takım hiçbir zaman tamamlanamıyor artık; o 10+ kişilik sofralar kurulmuyor. Eskiden yaptığım gibi peçete katlama sanatımı konuşturasım geliyor çoğu zaman, ama hünerlerimi sergileyeceğim kocaman masayı bulamıyorum. Şu yazıya ekleyecek güncel bir foto bile bulamadım, neyse ki 2011'in son gününden bir karemiz var, buna da şükür :)


Artık yetişkin yaş grubunda sayılsam bile, fotoğraf albümlerini karıştırırken amcamdan aile büyüklerinin hikayelerini dinlemekten bıkmadım, bıkmam da. İçimdeki çocuk 10 yaşına sabitlenmiş anlaşılan; cumartesi sabahları hala çizgi film izleyişimden de anlayabiliriz tabi bunu. Eğer bu çocuk yıllar sonra hala hayatta olursa, eminim ki sonraki kuşaklar bu geleneklerden mahrum kalmasın diye Elif'i dürtüp duracaktır. Gün gelir de evlenecek, hele de anne olacak olursam, çocuklarım da zamanında benim yaptığım gibi o büyük sofralara tabakları dizip peçeteleri kendi çaplarında süslerler umarım...