22 Aralık 2011 Perşembe

Benim adım...

Adımız bizi yansıtır mı? Doğduğumuzda seçme şansımız olmuyor adımızı. Şanslıysak ailemiz iki isim koyuyor, hangisini seversek onu kullanabiliyoruz. Ha genelde bu iki isimden ilki de aile büyüklerinden geldiği için, bize asıl yakıştırılan ikincisi oluyor. Bu durumda ne kadar bekleyebiliriz adımızın aynamız olmasını?

Kafamdan yine binbir türlü şey geçiyordu ki, birden kendimi ekşi sözlükte adımı aratırken buldum. Entry'lerden biri de şuydu:

Yalnızlıktır, içinizi acıtan ancak alıştığınız, kimseleri istemediğiniz yalnızlığınızdır.

Elif tektir, birdir, yeganedir, başlangıçtır, şöyledir, böyledir; hepsi ezberimde. Ama kim olduğunu bilmediğim birisi bile bu cümleyi yazabilirken, nasıl inanmam adımızın bizi yansıtmadığına?

21 Aralık 2011 Çarşamba

"Evim güzel evim" bile diyemedim

Kendimi tanıtarak başlayacağım, önceki yazımda da yaptığım gibi. Ben Elif Merve, birkaç gün sonra 23'ümü bitireceğim. 8 yıldan fazladır ailemden ayrı yaşıyorum. 8 kişilik yurt odasıyla başladım kısmi yalnızlık kariyerime. 7 kişi, 6 kişi, 2 kişi derken yurttan kurtuldum, eve çıktım ekürimle. Şimdi ise tek başıma yaşıyorum, 0 oda arkadaşı, 0 ev arkadaşı. 

Çoğumuz yer yadırgarız evimizden farklı bir yerde uyuduğumuzda. Uzun süredir ayrı kaldıysanız hele, kendi yatağınızda bile kıvranıp durursunuz gece boyunca. Aslında ben bu konuda problem yaşamazdım; en azından kendi yatağımda hep mışıl mışıl uyudum, 2 yıl ayrı kalsam bile kendisinden. Yaz ya da kış tatillerinde ailemin yanına döndüğümde sanki 2-3 haftalık tatilden geliyormuş gibi hissettim çoğu zaman. Ta ki bugüne kadar.

Yüksek lisansın ilk dönemini sağ salim atlatmanın mutluluğuyla dün memlekete geri döndüm. Sanki 3.5 aydır uzakta olan ben değilmişim gibi, klasik bir şekilde akşam yemeğimizi yedik, sonra Türk kahvesi yaptım, sonra oturduk, sonra annem meyve soydu, köpeğim her zamanki gibi kavuşma yılışıklıklarını sergiledi, falan filan. Hiçbir farklılık hissetmedim, hissetmedik. Ev halkı da zaten hala İstanbul'da yaşıyorum gibi hissediyor, hep bu Skype yüzünden :D Problem ise gece uykumda patlak verdi: Ufak bir sesle uyandım gecenin bir yarısı. Yarı rüya yarı gerçek bir modda gözlerimi açmaya çalıştım, ama uyuduğum yer farklıydı. Nerede olduğumu algılamam normalden fazla zaman aldı ve bu süre içerisinde korkuya benzer birşey kapladı içimi. Şu zamana kadar hiçbir zaman abimin, amcamın, teyzemin, kuzenimin, arkadaşlarımın, akrabalarımın evinde uyuyup da böyle garip hissettiğimi hatırlamıyorum. En fazla uyumakta zorlanmışımdır, o kadar. Ki söz konusu yer kendi evim, zaten beni darmadağın eden de bu.

Neler oluyor bilmiyorum ama bir yere aidiyet duygumu sorgulamaya başladım bu yüzden. Acaba her yıl farklı bir yerde/ortamda yaşamaktan dolayı kendini "ev"de hissetme yetimi mi yitiriyorum? Zaten hala evim neresi sorusuna cevap verirken bile zorlanıyorum. Evim annemin-babamın evi olabilir, oradayken gerçek aile ortamındayım. Ama bundan sonra orada yaşayamayacağım az çok belli. Evim yurt odam olabilir, 2 yıl boyunca orada ikamet edeceğim. Ama benim için ev sıcak bir ortam, yalnız başına yaşanan stüdyo dairemsi oda değil.

Kendini nerede hissettiğin biraz da bulunduğun ortamı ne kadar benimsediğine ve etrafında kimlerin olduğuna bağlı. Sonuçta sevdiklerimizle güzel şehir, onlarla anlamlı zaman, onlarla parlak yıldızlar, 5 dakikalık hava alma molalarında onlarla sıcak hava. Zaten bu günlerde beynim çevremdekilerin bendeki gerçek yerlerini tanımlamakla oldukça meşgul, olmak istediğim yer tanımım da buna bağlı olarak şekillenmekte şu sıralar. Doğacak yeğenlerimin ileride beni tanımama ihtimali de beynimin başka köşelerini kemirdiği için nerede bulunmam gerektiği konusunda kafam karman çorman. Beynime bu düşünceyi sokan ismini burada yazmayacağım çok sevgili blogsever şahısa da teşekkürlerimi sunuyorum, haftalardır düşüncelerimin dağınıklığının sebebi bizzat kendisidir.

Küçücük bir yer yadırgamayı bu kadar büyütmemeliyim galiba. Uykumun ortasında beliren o iğrenç hissi aklımda çıkarabilirsem başarılı olabilirim. Yoksa alttaki cümle bu günlerimin özeti haline gelecek. 

16 Aralık 2011 Cuma

Neymiş bu "Service Design and Engineering"


Adım Elif, 22 yaşındayım. Bilgisayar Mühendisliği dalında lisans derecem var. Lisans diplomamı aldıktan sonra ünlü bir yazılım şirketinde 1 yıl yazılım geliştirici olarak çalıştım. Şimdi ne mi yapıyorum? Finlandiya'dayım; Aalto Üniversitesi'nde yüksek lisans yapıyorum. "Ne yapıyorsun orada?" sorusunun cevabını ise şimdi biraz daha açacağım.

Yüksek lisans yapmaya karar vermem kolay olmadı. Hele de yurtdışında karar kılmak, of ki ne of. Orta halli bir düşünme süreci sonrasında düşüncelerim son şeklini aldı (Seçimimin neden bu şekilde olduğuna giremeyeceğim, açıklaması yeni bir yazı gerektirir :D). Bu sefer sıra geldi okul ve bölüm seçmeye. Açtım google'ı, başladım aramaya. Avrupa'da yüksek lisans yapmak istediğim için, Avrupa'nın en iyi üniversiteleri sıralamasına göz attım. Malum Bilgisayar Mühendisi olacağız, o yüzden İskandinavya'ya hafiften gözümü dikmiştim zaten. Neyse lafı uzatmayalım, Google'cığımın tavsiyeleri üzerine kendimi Aalto Üniversitesi'nin yüksek lisans programlarına bakarken buldum.


Aalto hakkında süper kısa bir özet geçmem gerekiyor: Aalto Üniversitesi 2010 yılında Helsinki School of Economics, Helsinki University of Technology ve the University of Art and Design Helsinki'nin birleşmesiyle kurulmuş oldu. Aalto çok genç bir üniversite olsa da, kendisini oluşturan okulların tarihi 1850'lere dayanıyor. Aalto'nun Helsinki bölgesinde 3 farklı kampüsü mevcut; eskiden Helsinki University of Technology (kısaca TKK ya da HUT) olarak bilinen mühendislik okulları da Otaniemi Kampüsü'nde. Otaniemi muhteşem bir kampüs. Derse ormanların içinden geçerek gidiyorsunuz, baharda her yer alabildiğine yeşil (kışın da beyaz olması gerekiyor ama hala kar yağmadığı için göremedim o halini). "Design Factory" adlı binanın her köşesinden yaratıcılık fışkırıyor; ders çalışmak ya da toplantı yapmak için çok ideal. Kısacası okulun fiziksel olanakları da oldukça iyi. Kendi bölümümden bahsederken de buna ayrıca değineceğim.


Ben "Computer Science and Engineering" bölümünün sunduğu "Service Design and Engineering" (kısaca SDE) yüksek lisans programında okuyorum. Benim bölümüm ise "School of Science" altında. Dijital servisler ve bilişim sistemleri odaklı, öğrenciyi iş dünyasına hazırlayan, teoriden çok pratik ağırlıklı bir program SDE. İnovasyon, kullanıcı odaklı servis tasarımı, girişimcilik, teknoloji yönetimi, en yeni medya ve yazılım teknolojileri hakkında dersler alıyoruz. Öğrenci hangi alana yönelmek istediği konusunda özgür; müfredata dahil edilen derslerden istediğini alabilir. Zaten Aalto'da zorlama diye birşey pek yok, mantıklı olduğu sürece ders programınızı istediğiniz şekilde belirleyebilirsiniz. Bölümümüzün öğretmen kadrosu hem akademik anlamda başarılı, hem de yazılım endüstrisiyle oldukça iç içe. SDE'nin bir güzelliği de burada zaten, sınıfa sık sık iş dünyasından konuklar geliyor ve ders veriyor, ya da biz gidip çeşitli şirketlerde sunum yapıyoruz. Yine bu şirketler için geliştirdiğimiz projeler var, kısacası dersler profesyonel hayatla oldukça bütünleşik. Tabi durum böyle olunca, programın bütçesi de ortalamaya göre yüksek rakamlardan oluşuyor:) Yılbaşı partisi, İsveç turu, muhtemel Lapland gezisi gibi kaçamaklar için bile paramız var :P


SDE'nin öğrenci profilinden de bahsetmem lazım. 2011 girişliler olarak biz 13 kişiyiz, 9 farklı anadil konuşuluyor sınıfımızda :P Eğitim dili İngilizce, Fince öğrenmeden hayatınızı çok rahat idame ettirebilirsiniz. Eğitim geçmişlerimiz de farklı; kimimiz bilgisayar mühendisliği mezunu, kimimiz endüstri mühendisi, kimimiz pazarlamada uzman, kimimiz iletişim ve medya eğitimi almış. Kısacası çok renkli bir grubuz ve böylece değişik yeteneklere sahip kişilerle birlikte çalışmayı ve gerçek bir takım olmayı da öğreniyoruz.

SDE hakkında çok daha fazla yazmak isterdim ama kafi miktarda uzattım zaten :D Yoksa Finlandiya'da yüksek lisans yapmanın güzelliklerinden başlar, aldığımız derslerin içerikleriyle devam eder, bölümümüz öğrencilerinin kurdukları şirketlerden ve başarı hikayelerinden bahseder, kendimizi geliştirmemiz için sunulan tüm olanakları örneklerle teker teker açıklar, sınıf arkadaşlarımızla nasıl eğlendiğimizi ispatlayan fotoğraflarla da kapanışı yapabilirim tabi :D

Program hakkında ayrıntılı bilgi burada mevcut, ayrıca gelişmeleri Twitter ve Facebook'tan da takip edebilirsiniz. Şubat sonuna kadar başvurular açık, elinizi çabuk tutun derim ;)

13 Aralık 2011 Salı

Var mısın iddiaya?

Hiçbir zaman sevmedim risk almayı; çok çabaladım bu huyumu değiştirmek için ama nafile. Ara ara küçük adımlar attım karşıma ne çıkacağını bilmeden, ama geriye dönüp baktığımda "Sen buna risk mi diyorsun, peh!" denecek cinsten çabalardı bunlar hep. Öyle ki, basit iddialara bile girmezdim çoğu zaman arkadaşlarımla. Ha %100 eminsem sonuçtan, o zaman asla kaçınmam iddiadan tabi (Kahrolsun şu oğlak burcu kadını tarafım).

Artık iddialara karşı tutumum değişiyor sanırım. Öyle ki, çok acayip bir iddiaya girdim dün gece. İddiayı ben kaybedersem karşı taraf istediğini dileyecek benden; ben kazanırsam hiçbir beklentim yok (en azından benim ödülümü belirlemedik ama zaten bir şey istemeyi düşünmüyorum). İddia konusu, karşı tarafın gelecek hedefleri. İşin komik yanı, bu şahıs bile önümüzdeki 5 ay sonunda ne yapacağını bilmediğini söylerken (yersen!), ben çok net bir argümanla geldim. Bu durumda Elif'e sorarlar, neyine güveniyorsun sen diye. Açıkçası hiçbir bilimsel kanıt yok elimde, sadece öyle hissediyorum. Tamam dürüst olalım, benim iddiamın gerçekleşmesini istiyorum; tek diyebileceğim bu.

Kimi zaman her şey üst üste gelir, sanki birileri size bir mesaj vermeye çalışıyormuşcasına. Kendi amaçsızlığımdan ve umursamazlığımdan rahatsız olurken, başkalarının da aynı dertten muzdarip olduğunu görmek, hele de bu şahsi rahatsızlığımı içime atıp çok parlak durumdaymışım gibi görünmeye çalışmak... Hayatta elde edebileceğim bir çok güzelliğe şimdiden sahip olsam da sadece bir eksikten dolayı bunların tadına varamamak, işin kötü yanı sevdiklerimin de aynı eksiklikten dolayı hayattan zevk almayı bırakmalarını göz göre göre izlemek... Bir de üstüne bir arkadaşımın (isim vermiyorum, bunu okursa kendisi hemen anlayacak :D) bu günlerde en son dinlemem gereken şarkıyı benimle paylaşması çok acı oldu.

Herkes yalnızdır kendi buzdan şatosunda,
Biri gelip duvarları eritsin ister.
...
Herkes bir savaşçıdır kendi savaşında,
Birisi için gardını indirmek ister.

Evet, Model'in Buzdan Şato'sundan bahsediyorum. Şarkının genelindeki ergen liseli havasına rağmen, sözleri okuyunca birkaç dakika boş boş baktım ekrana. Okumaz olaydım, en yanlış zamanda çıktı karşıma. Neyse artık oldu bir kere, yapacak bir şey yok. Onun için, bu da bana ve bana bunları yazdıranlara gelsin :)


Buzların kendi kendine erimeyeceği belli, onun için risk almak şart. Biz de alırız ne yapalım, şu zamana kadar almadık da ne oldu, kaybettiğimizle kaldık. Önümüzdeki maçlara bakalım biz de; güzelliklerin tadını çıkarmanın ve buzdan şatoyu eritmek için kibriti bulmanın zamanı geldi...

21 Ekim 2011 Cuma

İçimiz donmuş...

Korkuyorum kendimizden, insanoğlundan. Ne kadar vefasızız, zalimiz, unutkanız. Ben de bu gruba dahilim, kesinlikle ayırmıyorum kendimi.

Ne kadar kolayca öldürebiliyoruz başkalarını, hem madden hem manen. Madden öldürebilecek kadar acımazsız ve vahşileşmişiz; üstelik bunu onlarca yüzlerce masum insanı öldürebilecek kadar ilerletmişiz. En saf duygularıyla, sorumluluklarıyla, belki çaresizliğiyle ayakta duran, canını ortaya koyan insanları arkasından vurmayı planlar hale gelmişiz.

Manen öldürmek günlük hayatımızın bir parçası olmuş. Sevdiklerimizin kalbini kırıp onları manen ölüme iter hale gelmişiz. Neyse ki sevdiklerimiz için çok fazla canımız var, birini yok etseler de diğerleriyle onları sevmeye devam ediyoruz (tabi hala sevecek canımız kaldıysa).

Tüm bu ölümleri, cinayetleri çabucak unutacak kadar balık hafızalı olmuşuz. Yüzleştiğimiz acıları çabucak özümseyip sindirmişiz, herşeyi unutup hayatımıza devam etmeyi gereğinden fazla iyi öğrenmişiz. Aynı acılar tekrarlandığında da sanki daha önce aynı şeyi görmemiş gibi davranıyoruz haliyle. Acıyı daha ağır hissetmediğimiz için de, probleme tepkimiz aynı kalıyor, hiçbir zaman kalıcı bir gelişme yok.

Sevdiklerimizi de unutur olmuşuz çabucak, günlük hayatın koşturmacasına kaptırmışız kendimizi. "Gözden ırak olan gönülden de ırak olur" felsefesini fazlasıyla benimsemişiz, ıraktakileri biraz olsun merak etmeden. Zaten uzaktakini düşünmek için hiçbir bahanemiz kalmamış, nasıl olsa burada değiller artık. Vefasızlaşmışız, açık ve net.

Yazdıklarımla iç karartmak gibi amacım hiçbir zaman olmadı; ama herşey beni buna zorluyormuş gibi hissediyorum. Bunları yazarken ben çok utandım; çoğunu ben de yaptım ve/veya yapıyorum. Umarım başkaları da okuyup utanır, ve hepimiz etrafımıza şöyle bir bakıp kendimize çekidüzen veririz.


14 Ekim 2011 Cuma

Asker oldum Finlandiya'da...

Finlandiya'lara geldik, yerleştik, okula başladık; gelmişken kültürü tanımak lazım tabi. Ben de ne yaptım, sitsit'e gittim. Sitsit deneyimimden bahsedeyim biraz.

Sitsit ne diye soracaklar için şöyle bir vikipedi linki önerebilirim. Sitsit çoğunlukla üniversite öğrencilerinin düzenlediği şarkılı yemekli bir eğlence. Oturma düzeni önceden belirleniyor, mümkün olduğunca kız-erkek dağılımını dengeliyorlar. İçkiler de biraz çeşitli, gece sonunda mideniz allak bullak olabilir (Finliler bu konuda deneyimli olduğundan adamlar için sorun değil tabi :D) Sitsit fasılı hatırlatabilir biraz, ama tabi Fin usülü :p Sitsit'te şarkı söyleme kısmını abartıyorlar biraz, öyle ki şarkı söylemekten yemek yiyemiyorsunuz. daha sadece iki yudum alabilmişken hoop yeni şarkıyı başlatıyorlar. Şarkılar geleneksel Fin şarkıları, sitsitin temasına göre belli konularda seçilebilir. O akşam söylenecek şarkılar önceden belirleniyor ve her davetliye şarkı sözlerini içeren bir kitapçık veriliyor. Garip bir adet daha: Bir içkinin içilebilmesi için önce onun hakkında bir şarkı söylenmiş olmalı. Mesela içinde su, yağmur, kar geçmeyen bir şarkı söylenmeden su içemezsiniz; birisi böyle bir şarkı söyletmeden önce artık başka ne içki varsa onu içiyorsunuz.

Inttisitsit (İngilizce'de "Army Sitsit") dediğimiz ordu temalı sitsite gittim ben. Uluslararası sitsitler de olabiliyor, davetliler uluslararası öğrenciler oluyor bunlarda. Benim gittiğim gerçek bir Fin sitsitiydi; mekana girdiğimizde kapıdaki çocuk bizi görür görmez "hee yabancı arkadaşlarımız sizsiniz demek" diyip çat diye isimlerimizi buldu listede (davetliler: 37 tanımadığım Fin + ben + İspanyol arkadaşım + Avustralyalı arkadaşım). anlayacağınız kültür şoku yaşamak için kaşındım resmen. İlk 1 saat biraz sıradan geçse de sonra eğlenmeye başlıyorsunuz. Tabi toplam eğlence biraz da katılımcıların eğlencelilik katsayısıyla doğru orantılı (evet mühendisim, herşeyi denkleme çevirebilirim). Dışarı çkıp asker gibi sıraya girdik, asker şapkaları taktık, tabi onlarca ordu konseptli şarkılar söyledik (2 ay boyunca Fince şarkı söylemek istemiyorum). Finlandiya'da öğrenci olan herkesi edinmesi gereken bir deneyim bence.


Sitsit'ten edindiğim bir gözlem daha var: Finlerle kaynaşmak biraz zor. Biz 3 yabancı kızı masalardan birinin en ucuna oturttular, bir Allah'ın kulu da gelip konuşmadı bizimle yemek sonuna kadar. Yemekten sonra millet iyice açılıp gevşeyince, bir sauna turu yaptıktan sonra bizimle konuşabilmek akıllarına geldi; o da biz ilk adımı attığımız için. Aslında bunu burada 3 yıldır yaşayan bir arkadaşımla tartıştım; bana olayı kişisel algılamamam gerektiğini söyledi. Biraz Finlerin tarih boyunca yaşadıkları, biraz eğitim sistemleri derken böyle bir toplum çıkıyor karşınıza. Şahsen ben çok sorun etmiyorum; özlerinde şirin insanlar olduklarından da şüphem yok. Ama çok az biraz daha misafirperver bir yaklaşım beklerdim, hele de üniversite içindeki bir öğrenci etkinliği olduğunu düşünürsek...

Muhtemelen yeni yazılarım olacak Finlandiya hakkında, ilginç deneyimlerimi paylaşıyor olacağım (Bunu bana hatırlatan sevgili Saygın'a da teşekkürlerimi sunarım (= ).


30 Ağustos 2011 Salı

Damlalar da yalnız...

Dışarıda yağmur var, hızlı hızlı düşüyor milyonlarca damla yere. Akşamın son ışıklarını kara bulutlar engelliyor; evin içi karanlık gibi. Evde yalnızım; bu hoşuma gidiyor. Evde yalnız kaldığım zamanları sevmişimdir; 1 aydan fazla yalnız yaşamadığımdan belki de. Bu sahte bir yalnızlık zaten; asıl olan içimizdeki...

Son günlerimi gözlem yaparak geçirmeye çalışıyorum beynim elverdiğince. Stresten ve belirsiz bekleyişlerden artık beynim de yeni şeyler kabul etmemeye başladı ya, idare ediyorum işte. İnsanları gözlüyorum, benim için yeni olan bir kültürü özümsemeye çalışıyorum. Öğrencileri, dilencileri, otobüs şoförlerini, çocukları, anneleri gözlüyorum. Geleceğimle ilgili meraklarım olduğundan belki de, toplumun çeşitli yerlerinde kadınları gözlüyorum bolca. Kendi ayakları üstünde durabilen Fin kadınlarını görüyorum sanırım. Gerçekten öyle mi henüz kestiremesem de araştırmalar bunu benim yerime söylüyor zaten.

Çevremizdekilerden "o çok güçlü biri, kendi ayakları üstünde duruyor yıllardır" gibi övgüler aldığımızda koltuklarımız kabarır. Her adımını kendin atmışsındır, her yere kendin gidip gelmişsindir, düzenini kendin kurmuşsundur, herşeyin peşinde tek başına koşturmuşsundur. E dolayısıyla da güçlenmişsindir, bunda şaşılacak bir şey yok. Ama neden bunları hep tek başına yapmak zorunda kaldığını düşündüğünde o güç kalmıyor, yerini acz alıyor. İşler ağır geldiğinden değil, işleri tek başına yapmak zorunda olmanın manevi yükü ağır olduğundan. Yapılacaklar listesindeki herşeyi tamamlayıp akşam koltuğa oturduğunuzda bunun kimsenin umrunda olmamasından. Kendi kendine yetme duygusunun size yetmediği andır işte bu. Kendi kendimize yetebilmek ama yetmek zorunda kalmamak istiyoruz çünkü.

Helsinki sokaklarının usul usul ıslanışını izliyorum penceremden, damlalar da tek başlarına iniyor. Damlalardan feyz alacağım sanırım, tüm kalp kırıklarına ve yalnızlıklara rağmen.

5 Ağustos 2011 Cuma

Espoo'ya yerleşmeden...

Arkadaş yurtdışına okumaya gitmek ne büyük dertmiş. Başvuruydu kabul almasıydı falan en kolay kısmıymış meğer. Gitmesi ve yerleşmesi çok çok büyük bir problem; tecrübe ettikçe görüyorum. He bir de bavul toplaması var ki, hayatımdan bezdirdi beni :(

Aslında bu konu üzerine detaylı bir yazı yazmam çok daha faydalı olacaktır ama şu an için sadece özet geçebileceğim.

Finlandiya'ya lisans/yüksek lisans eğitimi için gidiyorsanız (başka bir Avrupa ülkesi de olabilir, benzer süreçlerden geçiliyor hepsinde) oturma izni ve konaklama işlerinizi kesinlikle önden halledin. Ben Finlandiya'da Aalto University School of Technology and Science'ta yüksek lisans yapacağım Eylül 2011'den itibaren. Oturma izni başvurumu Haziran'ın son haftası yaptım; 1.5 ay geçmesine rağmen hala geri dönüş alamadım. Gerçi benden önce başvuranlara da cevap verilmedi; ama sonuçta korku içinde beklemek istemiyorsanız başvurularınızı kesinlikle erken yapın. Başvuru için gerekli belgeleri de iyice araştırıp önden hazırlamayı unutmayın. Aksi takdirde hem gecikme yaşarsınız, hem de konsoloslukta sıra bekler durursunuz. (Oturma izni için adınıza açılmış bir hesapta para gösterilmesi gerektiğini konsoloslukta sıra beklerken öğrenen öğrencinin yüz ifadesini hala unutmadığım için yazıyorum bunu...).

Bir diğer problem konaklama. Yurtta kalmak istiyorsanız HOAS ve AYY var; ama bunlar kesinlikle garantili değil. Çıkmama ihtimalleri çok yüksek olduğu için eve çıkma alternatifini kesinlikle düşünmeniz gerekli. Yanına ev arkadaşı arayan ya da kendisiyle benzer durumda olanlarla anlaşıp eve çıkmayı düşünen bolca yabancı öğrenci oluyor. finlandforum, lyyra.fi, aalto.kassi.org, okroommate.com adreslerden bunları araştırabilirsiniz. Ben de yurt düşünüyordum ama aylardır sonuç alamadığım yurt başvurularımın durumu gereği ev alternatifine yöneldim. Facebook/twitterdaki grupları da takip etmeyi unutmayın; özellikle facebook'taki gruplar oldukça yardımcı oluyor.

Çok açıklayıcı olmasa da fikir verici olması amacıyla birer paragrafta açıkladım durumu. Umarım sizler yukarıda bahsi geçen durumları yaşamadan rahatça işlerinizi halledebilirsiniz.

9 Haziran 2011 Perşembe

İçimizde kalmasın

Birçok fırsatı kaçırdım, hep risk almaktan korktuğum için. Bunu daha önce de yazmıştım, evet. Ders aldığımı iddia etmiştim; bu hataya bir daha düşmem demiştim. Düştüm, aynı şekilde. İçimden geçenleri söylemedim, korktuğum için. Kaybedeceklerim olduğunu düşündüm itiraf edersem; aslında onlar kayıp değildi ama bunu bilmem adım atmama yetmedi.
Kızgın mısınız, aşık mısınız, nefret mi ediyorsunuz? Ne olursa olsun söyleyin karşınızdakine. İçinizde tutmanın kimseye faydası yok, aksine zararı var. İçinizde hislerinizi biriktirip bomba haline getireceğinize, söyleyip sonucunu görün.
Bugün dilimin ucuna gelenlerin hiçbirini söylemedim karşımdakine; şu an zararını görüyorum, görmeye de devam edeceğim günlerce. Belki uzun zamandır beklediğim anı yakalayacaktım, elimin tersiyle ittim korkularım yüzünden. Siz itmeyin, yoksa aynen benim gibi sürünmeye devam edersiniz.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Korktum da n'oldu?

İnsanoğlu bir değil, her birimizin kendine has özellikleri var. Ben çalışkanım, sen hükmetmeyi seversin, o sakindir, kimisi neleri kaçırdığını göremeyecek kadar kör ve salaktır, vb. Ama hepimizde bazı özellikler temel gereksinimlerimizi görecek kadar olmalı en azından; mesela cesaret.

Gönlümüzden bir sürü şey geçiyor, kimilerini gerçekleştirmek çok kolayken kimileri için bazı fedakarlıklarda bulunmak ya da bazı riskler almak gerekiyor. Tabi cesaret gösterip gerekli adımları atmazsanız da o gönlünüzden geçen her ne ise hayallerinize hapsoluyor. 1 sene boyunca peşinden koştuğunuz çocuğa sırf korkunuzdan hislerinizi ifade edemediğiniz olmadı mı? Benim oldu; üzüldüğüm şudur ki o da benimle aynı durumda olmasına rağmen ikimiz de gerekli cesareti gösteremediğimiz için hayat farklı yönlere savurdu bizi. Ya da, "beni zaten beğenmezler" diye düşünüp başvuramadığınız iş/okul yok mu? Benim var; başvursaydım alınacağımdan şu an emin olduğum ama o zaman mevcut düzenimi bozmaya cesaret edemediğim için kaçırdığım bir program var.

Şimdi tüm cesaretsiz davranışlarım için kendime kızıyorum; aldığım kararlarda yine korkaklığım ya da üşengeçliğim etki gösterir gibi olursa yok sayıyorum artık, daha fazla şey kaçırmamak için hayattan. Tabi bu yaklaşımı hayatınızla ilgili büyük kararlar alırken de sergiliyorsanız, bu durum bir iç huzursuzluk yaratabiliyor. Bir dönemin sonuna gelip, yeni bir dönemin başladığını hissedince oluşan bir garip huzursuzluk... Ama burada da bir çıkış noktası var: Şu ana kadar da yeni başlangıç olarak kabul ettiğim değişimler aslında hiçbir şeymiş, hiçbir şey olmasa da az birşeymiş. Hepsinin başlangıç noktası bakış açısı, olayları gözünde büyütme meselesi yani. İşte bunu bilince kendini hazırlamak kısmen kolaylaşıyor, yeni yollar çizerken daha cesur davranıyor insan.

Ben de yollarımı yeniden belirleme çabasındayım bu sıralar. Her ne kadar bakış açısını yumuşatsa da insan, ilk yarının sonuna gelmiş gibi hissetmek garip. Sizi daha güzel şeylerin beklediğini bilseniz bile, istemeyerek de olsa -eğer gerekiyorsa- şu an elinizde olanları geride bırakabilecek kadar cesur olabilmeliyiz bazen. Eğer bu cesareti göstermezseniz, en iyi ihtimalle monoton bir hayatınız olur; daha da kötüsü hiçbir gayenize ulaşamazsınız.

10 Mayıs 2011 Salı

7/24

Blog dünyasına geri döndüğümden beri sadece müzikle ilgili yazdığımın farkındayım, vallahi spontane oluyor. Zaten bu sefer bahsedeceğim şarkı önceliklerle kesinlikle alakasız; hatta bu yazımdan sonra yazılarımı daha da okumazsınız diye tahmin ediyorum. Neden mi? Zevklerimden korkmaya başlama ihtimaliniz var çünkü.

Ramadan 'ı gecenin bir yarısında bu klibiyle tanımıştım. Hayatımda çok şey değişmedi tabi ama ev arkadaşım (bilenler için ekürim) ile şoka girmemize yetti. Ardından şarkıyı art arda 5-6 kez izledik sanırım. Klibi bir kenara atıp -ki Ramadan'ın sarışın halini ve denizcileri çok beğeniyoruz =)- şarkının gayet de güzel olduğuna karar verdik. Evde şu an bunu dinleyerek kopuyorum hatta, o derece :D
Depeche Mode ya da Pet Shop Boys'u severek dinliyorsanız bunu da seveceksiniz; ben bu türden pek anlamasam da pek bir başarılı buldum şarkıyı. Hatta konusu gelmişken, bunu beğenirseniz Bon Mod'u da youtube'da bir aratın derim; onlar da gayet iyiler.
Güzel/iyi olana hakkını vermeli, onun için bu şarkıya da burada yer verdim. Herkese iyi kopmalar :)

2 Mayıs 2011 Pazartesi

La Alegria

Son günlerde hep müzikle ilgili yazıyorum; nedeni keşfettiğim şarkılar. Bu sefer de konumuz Yasmin Levy.

Yasmin Levy'yi Naci en Alamo'yla tanıdım, "güzel söylüyormuş ablamız" demiştim. Zaten kısa bir flamenko geçmişim olduğu için tarzına hiç yabancılık duymadım, bayağı da hoşuma gitti stili. Aslında şarkılarını pek bilmiyordum, keşke o zaman bir araştırıp dinlemeye başlasaymışım. Geçenlerde "La Alegria"yı dinledim, şu güne kadar nasıl dinlememişim diye pişmanlıktan yerlere atıyorum kendimi. Şarkımızı buradan dinleyebilirsiniz, taşıdığı hüznü ve aşkı tarif etmek biraz zor. Sözlerine bakınca şarkının ne kadar derin olduğunu biraz daha hissediyor insan:

yo bebo y bebo y bebo para olvidarte
yo duermo y duermo y duermo para no pensar
maldito mundo
vivir para pagar por el pecado de amarte
maldita tu
sueltame

te digo que vida no tengo
y es por tu culpa
las noches igual que los días
de soledad
oh dio mio
ayúdame para matar este amor
que está en mi corazón
bendito dio sálvame

solo caminando en el camino de este mundo
y no tengo más fuerza para luchar
pensaba que amarte fue el remedio del dolor
pero el dolor se hizo grande más y más
te dejo para siempre vida mia no te olvides
que soy hombre que existe para ti
y el cante de mi vida te regalo para siempre
hasta que llegue el día del morir

Az buçuk öğrendiğim İspanyolca'yı da unuttuğum için tabi sözlerin çevirisine de ihtiyaç duydum =)

i drink and drink and drink
to forget you
i sleep and sleep and sleep
so i don't have to think.
damned be the world,
i live to pay for the sin of loving you.

i leave you forever, my love
but don't forget that i exist only for you
and i give you the song of my life as a present
forever... until i die

Şimdi ilk işim ablamızın tüm şarkılarını ezberlemek ve ilk fırsatta konserine gitmek olacak. Şiddetle tavsiye ediyorum, flamenkoya da ilginiz varsa kesin dinlenmesi gereken bir sanatçı.

26 Nisan 2011 Salı

Bıraktım kendimi, dinliyorum...

Doğduk, annemiz ninnilerle uyuttu bizi. Biraz büyüdük, kumandayı kapıp evde çığlıklar atmaya başladık. Gençlik çağına geldik, dişimizle tırnağımızla artırdığımız paralarımızı konser ve albümlere yatırdık. Hayatımızda bazı kayıplar oldu bazen, ağıtlar yaktık arkasından. Müzik hep vardı hayatımızda bir şekilde.

Bazen bulunduğumuz ortama ait hissetmedik kendimizi, daha ideal köşeler canlandırdık kafamızda. Belki sevgimizi sunduk, sunduklarımız ortada sahipsiz kaldı. İç dünyamızda ne dönerse dönsün, hep şarkılarla kuvvetlendi duygularımız ya da zihnimiz. Altta listeleyeceğim şarkılar da işte beni böyle uçuranlardan bazıları. Kimileri daha da hüzünlendiren, kimileri ise mutluluk aşılayan cinsten.

El Cordobes - Pierre Sellin
Önceki yazımda da bahsetmiştim bu şarkıdan. Şarkının başında arenadayız, sonrası ise sizin tercihinize kalmış. Ben kendimi yeşilçam filmlerinde buluyorum nedense, uzun kirpikleri ve iri gözleriyle Türkan Şoray canlanıveriyor gözümde. Sonra ise o havadan kurtulup şarkının hüznü kaplıyor beni, yalnız yolculuklar için birebir bu şarkı.

Ending Credits - Opeth
Hiç söz olmadan bir his bu kadar başarılı verilebilir dinleyiciye. Şarkı biterken siz de bitiyorsunuz, herşey tükeniyor bir anda. Bitişi hissettikçe, şarkıyı başa alıp siz de yeni bir başlangıç yapıyorsunuz. Hayatın döngüsünü hissediyorum resmen bu parçayla.

Maria Mena - Just Hold Me
Herhangi bir şarkı gibi görünüyor ilk bakışta ama, aslında sözleri oldukça sade ve duru. "And why can't you just hold me, And how come it is so hard " demiyor mu Maria, o anda benimle konuşmayın çünkü sizi dinlemiyor olurum.

Still Loving You - Scorpions
Gün ağarmaya başlamış, gökyüzünde gittikçe tonu açılan mavilik belirmiştir. Muhtemelen o saate kadar ya proje yapılmıştır, ya da vatan millet kurtarılmıştır halının üzerinde. İşte hal böyle iken, camdan dışarısı izlenirken dinlenebilecek en iyi şarkılardan biri. Yalnız biraz tehlikelidir; dertliyseniz sizi üzüntünüze biraz daha gömer, hatta gözyaşları saklandıkları yerden çıkar meydana (ekürimle yaşadık, oradan biliyorum). Ama bu durumdayken iki kişiyseniz, birbirinizin derdine daha da ortak olur, üzüntünüzün içinde biraz daha boğulsanız da birbirinizi kurtarıyor olursunuz. Kısacası biten gecenin ve geçen günlerin hüznünü perçinler, ama burnunuzun dibindeki desteği ve yoldaşı da gözünüze sokarak mutluluk aşılar bir yandan.

Space-Dye Vest - Dream Theater
Daha şarkı başlarken vuruluyorsunuz zaten. Bitişe yaklaştıkça biraz daha öldürüyor, en sonda da en ağır sözler geliyor:
"And I'll smile and I'll learn to pretend
And I'll never be open again
And I'll have no more dreams to defend
And I'll never be open again"
Başka söze ne hacet...

To Bid You Farewell - Opeth
Şarkının her bir bölümü ayrı güzel. "As I am falling again" dedikten sonra yavaş yavaş düşüyorsunuz, boşlukta bekliyorsunuz. Ardından ise söylenen yalana ve çabalarınızın karşılıksız kalışına isyan başlıyor, orada kopuyor zincirler. Bu şarkıyı bir arkadaşım sayesinde keşfettiğimde, 3-4 saat boyunca aralıksız art arda dinlemiştim, o derece sapıklamıştı durumum.

November Rain - Guns N' Roses
"Sometimes I need some time...all alone
Everybody needs some time...on their own
Don't you know you need some time...all alone"
Sözlerin tamamı çok net ve gerçek, özellikle de şu üç dize en sevdiğim kısmı. Çoğu zaman atladığım/atladığımız bir gereksinimi çok güzel vurguluyor. Bir de şarkının bitişi var tabi, dinle dinle doyamıyorum şahsen.

Somewhere Over the Rainbow - Israel Kamakawiwo'ole
Yaz gelir, yeşil erikler artık ağaçlardan toplanacak kıvama gelmiştir. İşte o zaman kulağımda kulaklık, bu şarkıyı dinleyerek başlarım erik ziyafetine. Şarkıda mavi kuşlar uçuyor, ben de onlarla uçuyorum o güneşli günde. Kışın en uyuz gününde bile bunu dinlerken kendinizi sahilde hissedebilirsiniz, hatta 50 İlk Öpücük filminde bir karakter de olabilirsiniz, malum bu şarkı o filmin soundtrack'lerinden. Ek olarak, uyumadan önce de dinlenesi bir şarkı bu, içinizi huzur kaplamış bir şekilde uyumanızı sağlar.

Comptine D'un Autre Ete-L'Apres Midi - Yann Tiersen
Huzur dolu bir bahar ya da yaz sabahı gibi, nitekim şarkının adı "nursery rhyme of another summer: the afternoon" olarak çevrilmiş, yani "başka bir yazın tekerlemesi: öğleden sonrası". İnsanı dinlendirirken alıp götürüyor sahile ya da yemyeşil bir bahçeye anında.

Everything to Lose - Dido
Kabul, buna kesinlikle sıradan bir parça diyebilirsiniz. Aslında nakaratı tam uçup gitmelik. Bu şarkıyı evde son ses dinlerken göklere yükselmiş hissi veriyor insana. Her ne kadar sözler sevgiliye yazılmış olsa da, ayrılık sonrası ya da yalnızlık için daha uygun bir havası var müziğinin sanki, en azından bendeki etkisi o şekilde artmıştı.

Is This Love - Whitesnake
Bu şarkıdaki "Is this love" vurguları çok hoşuma gidiyor, Gece yarısı herkes kabuğuna çekildiğinde, kendinizle baş başayken iyi gidiyor bu parça, gerçekten "this must be love" diyebilmek istiyor insan dinledikçe.

Şarkılar tarz olarak birbirinden oldukça bağımsız, ama son 10 ayıma baktığımda favori şarkılar listemden hiç eksik olmamışlar. Bu listedekilere eklenebilecek çok şarkı var aslında, ama bir yazı için bu kadarı bile fazla tabi, umarım sizlerin de hoşuna gider.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Matadorun Müziği

Yüzyıllardır yazmıyor gibiyim. En zevkli uğraşımı geçici işler uğruna bırakmışım resmen, neyse ki doğru yolu buluyorum yeniden. Bu ani geri dönüş de çok özel bir şarkı sayesinde oldu.

Chez Vouz, Fransız Sokağı'nda şirin bir restaurant. Güzel müzik eşliğinde sakin bir sohbet için biçilmiş kaftan diyebiliriz, şiddetle tavsiye ediyorum. Aslında etrafındaki mekanlar Ankara'nın 7. cadde kafelerini aratmayan, birbirinin kopyası anlamsız yerler gibi görünüyor ama Chez Vouz sıyrılmış resmen aralarından. Ama burayı benim gözümde ayıran ise fonda dinlediğimiz müzik. Playlist'in içeriğini paylaşmayacağım, çünkü şarkıları mekanın işletmecisinden zar zor(?!) kaptım. Ama biri var ki, dinlerken mest oluyorum: El Cordobes.

Bazı şarkılar vardır, kafanızda o an neler dönüyor olursa olsun, bir anda sizi alır uçurur kendi alemine, şarkının içinde bulursunuz kendinizi. İşte bu da o şarkılardan biri. Hem yıllar öncesine sürükledi beni, hem de azıcık hüzün taşıyan bir huzurla doldurdu içimi zaman kavramını yok ederek; garip kısacası.

Şarkıyı şuradan dinleyebilir, buradan da kutsal bilgi kaynağındaki ayrıntılarını okuyabilirsiniz. O değil de, sanırım bu özel şarkılarımın bir listesini yapıp burada paylaşacağım, an itibariyle karar verdim.